Açıklama

Şehit arkeolog arkadaşım Metin Akyurt ile kol kola...

Metin çok zarif, duygusal, kadın ruhundan anlayan, aynı incelikte tepki verilmesinden mutlu olan, karşılık alamadığında, gözlüklerinin ardından şaşkınlığını, hüzün ve sessizlikle belirten bir erkekti.

Londra'dan döndüğüm yıl, 1975 Sonbaharı’nda, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Arkeoloji Bölümü'nü, İngilizce puanıyla kazanmıştım. Ailem, sağ-sol olaylarından tereddütlüydü ama halam o yıllarda Ankara'da yaşıyordu. Eniştem Metin Kutluer, Kıbrıs Barış Harekatı'nın önemli etüt subaylarından, Deniz Kuvvetleri'nde albaydı. Sevgili kuzenlerim ile aramızda birer yaş vardı ve kardeş gibi büyümüştük. Babam, benimle Ankara'ya trenle gelmiş ve o kadar heyecanlanmıştı ki, trende İngiliz gri pardösüsünü unutmuş ve o sevdiği pardösüye bile üzülememişti. Halamla enişteme emanet ederek, iki gün sonra, gözleri neredeyse kan çanağı, ağlamaklı İstanbul’a dönmüştü. Halamlar, Tunalı Hilmi Caddesi üzerinde, Büklüm Sokak’taki ilk köşe apartmanın 2. katında oturuyorlardı. Güzel bir ağaçlıklı yoldu. O yıllar, Tunalı'nın en parlak yıllarıydı. Talip Sineması, Talip, Milka ve Flamingo Pastaneleri’nin bulunduğu, Arı Sineması, Kuğulu Park, Bakanlıklar, Çankaya'ya yürüme mesafesinde, cıvıl cıvıl bir semtti. Dil Tarih, Sıhhıye'de olduğu için çoğu kez de yürürdük. Hele karda ne eğlenceli oluyordu. Ankara’nın karı ve gece ışıklarında Çankaya anıları, lapa lapa gençlik neşesi...

İstanbul, Londra'dan sonra Dil Tarih...

Küçüklüğümden beri, farklı mekânlarda, yerli-yabancı arkadaş çevresinde büyüdüğüm için bana her yer, her millet ve dinden insan "ben"mişim gibi gelir. O nedenle de gittiğim yer, ister Viyana, ister Cidde, neresi olursa olsun, ister British arkadaşım Mavis Joy, kim olursa olsun oraya, ona yarım günde alışırım. Bunu altı yaşımda Edinburgh'ta ilkokula yazdırdıkları gün, tek kelime İngilizce bilmeden, annemden ayrılırken gözyaşlarımla anlamış, İskoç Bulldog Rusty’nin karnında onunla sohbetle üstümden atmıştım. Ben “evren”im, evren "ben".

Sınıfımızda çoğu Ankara Kolej’li olmak üzere, yirmi öğrenci vardı. Yirmisi de güzel ve yakışıklı, en başta ruhen. Bölüm başkanımız ise ne güzel bir şans ve onur ki hocaların hocası Ord. Prof. Ekrem Akurgal'dı. Ben ise tipik bir İskoç genç kız gibi giyinmiştim. Mavi İskoç eteğim, lacivert kadife ceketim, beyaz bluzumla. Hocamız, o güneş gibi parlayan ışığıyla sınıfa girdi. "Günaydın, hoş geldiniz. Neden bu bölümü seçtiniz?" sorularıyla tek tek, her öğrencinin yanına giderek bizleri tanımaya başladı. Her bir öğrenciye "Arkeoloji" kelimesini telaffuz ettirerek. Benim yanıma geldi. Her öğrenciye yaptığı gibi, şöyle bir tepeden tırnağa süzdü ve biraz da şaşkın, gülerek, gözlerinin mavisindeki eteğime baktı. Ben de diğer arkadaşlarım gibi ayağa kalkarak, tebessümle ve hafif reveransla "İsmim Rengigül." dedim. Yüzündeki ve bakışlarındaki ifade derhal değişti. Bilinçli ve derin bilgi sahibinin aldığı koku idi bu. "İstanbullu muyuz?" diye sordu, bir dudağı yana kıvrılıp, gülerek. Ben de "Evet, hocam." dedim. "Eski Saraylıyız, anlaşılan." diye yanımdan ayrılarak, diğer arkadaşıma doğru gitti ve bana "Arkeoloji" kelimesini telaffuz ettirtmedi. Bu, gözlerle anlaşmaktı. "Arkeoloji"yi doğru telaffuz edemeyenleri tahtaya aldı ve doğru söyleyinceye kadar uğraştı. O zaman, o arkadaşlarım için içim cız etmişti. Beni, kendi normlarınca tanıdı. Ben ise kendisinden ne çok şey öğrendim, hayata dair! Derste, babam gibi slayt gösterir, bir yandan da etkili anlatır ve hemen çizmemizi isterdi. Çizim kabiliyeti de yabancı dil ve müzik kabiliyeti gibidir. Bir cevher varsa gelişir. Her yaptığım özgün çizimlerimde, bilirim ki Ekrem Akurgal hocamın ruhu ışıldıyor.

Metin de Tunalı Hilmi'ye yakın otururdu. Çok muhterem bir ailesi vardı. Sadece babasını tanıma şansım olmuştu. O da ne zarif bir anımdır? Annemin babaannesi Rengigül Hanım'ın eşi Hacı Ahmet Efendi, Sultan Reşad V dönemi mebus olduğu için her ne kadar, o zaman meclis İstanbul'daysa da, hep meclisin içini merak ederdim. Bir sohbet sırasında Metin tebessüm etti. Ertesi gün bana sevinçle "Okuldan sonra TBMM'ne gideceğiz ve üst kattan meclisi izleyeceğiz." deyince çok şaşırdım. Meğerse babası Malatya milletvekiliymiş, hukukçu. Ne kadar sevindim anlatılası değil? Birlikte meclise gittik ve yukarıdan, en öndeki trabzanların arasından meclisi izledik. Ne güzel bir histi, tarifsiz? Benim sevincimle seviniyordu Metin, o kadar zarifti. Babasına rica etmişti, babası sevgili Metin'ine kıyabilir mi hiç? İmkânı ölçüsünde mutlu etmek ister evladını, her baba gibi. Babası Metin'e kıyamadı ama yıllar sonra, ona kıydılar Nusaybin’de... Ne acı değil mi? Karıncayı bile incitmeyen Metin'e, Metin'lere kıymak. İnsana odaklı yaşansa da, eyleme odaklı yaşanmasa bu yalancı dünyada. Dünya sevgi dolu, “Barış Cenneti” olmaz mı?

Başka bir gün, beni fakülteye yakın bir kütüphaneye götürdü. Birlikte karşı karşıya oturduk. O cingöz bakışlarıyla, gözlüklerinin ardından beni dinliyordu. Ben de onu. Bazen de söylemek istediklerini söyleyemiyordu. Biraz yüzü kızarıyordu. Birlikte ders çalışırdık, zaman zaman ve sessizce. Bazen, ben bıcır bıcır konuşup, ona göre biraz da pot kırdığımı anladığımda, hemen lafı espriye çevirip, elimle de ağzımı gülerek kapatıyordum. O da yutmadığını gözleriyle ifade ediyordu. Ne tatlı değil mi? Masum bir gençlik.

Eniştem Metin, genç adaşı Metin'e güveniyor ve kendisine emanet beni, Talip Sineması'na gitmek izninde, Metin'e emanet ediyordu. Hepsi birbirinden güvenilir, sevecen, saygılı, iyi niyetli idi arkadaşlarımızın ama eniştem için Metin bir başkaydı. Bütün arkadaşlar, o olaylı günlere aldırmadan hafta sonları, bazen cafe’lere, disco’lara bazen de Ankara'nın bağlık yerlerine gidiyorduk. Papazın Bağı, Baraj, Gordion ve daha ne gizli hazine yerleri doğal, doğada, nefis gözlemelerle, ev yapımı börek, çöreklerle...

Gitgide tüm değerli hocalarımızın, takdir ettiği öğrencileri olmuştuk. Arkeoloji bölümleri bir başkadır, insanî ilişkiler ne de olsa. Adı üstünde İnsanî Bilimler. Ancak ne var ki, öğrenci olaylarının sadece hararetle değil, şiddetle yaşandığı bir dönemdi. Yabancı dil puanı ile girdiğimizi bilen ve o dönemin tabiriyle “Bir gün sağcıların, bir gün solcuların”, “Kolej Bebeleri” diye derslerden çıkartarak, Kızılay ve Sıhhiye caddelerinde uzunca saatler, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide defalarca ve defalarca yürüttükleri gençlerdik. Mitingler, taşlı, sopalı, tabancalı, bıçaklı, bombalı, saçlardan sürüklenircesine korkulu, sloganlı…

Cıvıl cıvıl gençliğini yaşamak varken, hem de üniversiteyi kazanmış ayrıcalıklı bir azınlık olarak. Ne şans!

Bu ortamda ben ise, akademik bir ailenin, büyük kızı idim. Minyon, romantik ve sevecen. İstanbul’un Teşvikiye'si ve Levent’inde, bir fanusta büyütülmüştüm. Bizi yürütenler ise bunu bilmiyorlardı ki…

Nasıl da endişeliydi ailem ve bizimle birlikte yaşayan sevgili Bahriye anneanneciğim. Neredeyse her hafta, “Bıraksın okulu, İstanbul’a dönsün.” diyordu. Ben ise o ortamın içinde olduğum için mi, yoksa babamın küçüklüğümden beri bana yakıştırdığı “Ah Çalıkuşu ah!” karakterinden mi bilmiyorum, korkmuyordum.

Sınıfımızdaki erkek arkadaşlarımız; canım, sevgili kavalyem ışıl ışıl Mehmet Parla’m ve vosvosu, esprili Nejat’ımız, olaylı günlerin birinde lavaboda yüzümü defalarca yıkayan, Zeus auralı Eşref’imiz bizlere; Canan’ıma ki o da bir gurbet kuşuydu benim gibi, kol kanat geriyorlardı. Bir gün, bizleri yine yürütüyorlardı. O kadar korkuyla yoğrularak yorulmuştum ki Metin, yüzümden hemen anladı ve “Ara yola sapalım.” dedi. Yıllar sonra, doktorasını yaparken, sadece ve sadece memleketi için değil, dünya için bir medeniyete ışık tutarken, arkeolojik kazıda bombalı saldırı sonucu hayatını kaybeden, sevgili sınıf arkadaşım. O dönem ise sadece sınıf arkadaşım değildi, ailemdi o, sokaklarda beni korurken. Biz döndük köşeyi fakat, birden nefti yeşil parkalı, yağlı dalgalı saçlı, esmer bir genç belirdi, sokağın başında ve “Nereye?” der gibi baktı sert sert. “Kız arkadaşım çok yoruldu yürümekten, Tunalı’ya kestirmeden çıkartayım istedim.” cevabına Metin’in, o genç de elinde tuttuğu gazetesinin arasından tabancasının ucunu gösteriverdi. Doğalmış gibi donuk, donuk bakarak; “Analarımız tarlada doğuruyor. Bu, düz yolda mı yürüyemiyor?” dedi, sert şiveli konuşması, çatık kaşları, şimşek şimşek kara bakışlarıyla. Mecbur başımız önde, ürkerek yürümeye devam ettik. Ankara’nın ayazı, sisli puslu havası, gönlümüze işlemişti. Burnumuzun ucu kızarmış, eldivenli ellerimiz soğuktan değil, korkudan donmuştu.

Uçuk çağla yeşili “Hushpuppy”lerimin, oranj İskoç moheri evaze mantomun renklerinde değildi gençlik, ne yazık ki. Ne var ki, onu da düşünecek halde değildik, can havliyle kol kola yürüyorduk.

Anadolu’dan okumaya kentlere geleceksin. Kentli bir kıza, köydeki doğumu örnek göstereceksin. Hem de “Bu” diye hitap ederek!! Nasıl bir mantıktır diye de derinlemesine irdelemedim o an, açıkçası? Yalnızca biraz utandım, sanki bir suç işlemişim gibi içim cız etti, kentli bir genç kız olarak. Ancak ne ilginçtir ki yıllar sonra bu söz, hamile olduğumu hissettiğimden itibaren işime yarayacaktı. Tarlada doğuran kadınlarımızı düşünecektim. Doğumdan korkmayacak, aksine bir ilki gerçekleştirecektim. 1986 yılında, “L’amaze Method” ile doğuracaktım. Doğal, ağrısız, bol oksijenli, gülücüklü. Bizi yürüten o gençler de yıllar sonra, ya “Kolej bebeleri” ile evlendiler, ya da çocuklarını koleje verme yarışına girdiler.

Şaşırmamayı öğrenmek gerekti artık felsefem; Los Angles’ta yaşayan Boğaziçi Üniversitesi’nden en samimi sınıf arkadaşım Janet Kavak’ın gönderdiği bir kitap, ufkumu açacak, bana yol gösterecekti. Bu kitaptan içime sindirerek öğrenip, uyguladığım ağrısız doğum olan, Dr. Lamaze’in metoduna ilk kendi memleketi, pulunda “Liberté” yazan Fransa gibi bir medeniyetin karşı çıktığını öğrendiğimde de yine şaşırmayacaktım. Hayat işte böyleydi.

Ve... Yıllar sonra Amsterdam Zaanse Schans’da yel değirmenlerini görme sevinciyle önümdeki kısa basamağı görmeyip, düştüğümde ortopedist 34 numara minicik kavisli ayak yapımdan dolayı düz ayakkabı giymememi ve uzun yürümememi tavsiye ettikten sonra şöyle dedi: “Bazı insan acıya dayanıklıdır. Siz de öylesiniz. Yoksa bu derin kavisli ayak yapınızdan dolayı ağrı hissederdiniz.” Bu sözlerle yine o olaylı günleri hatırlamıştım. “Analarımız tarlada doğuruyor. Bu, düz yolda mı yürüyemiyor?” sözleri! Ben şehirli bir kız olduğum için değil Tanrı’nın beni yarattığı özelliklerimden dolayı kilometrelerce uzun uzun yürüyemiyordum.