Açıklama

Malum babamın anneannesi Balatlı Seher Ural, Çerkez’di. Anne ve babası Büyük Çerkez Sürgünü ile Osmanlı topraklarına varmış. Onu tanımıştım. Akçakoca ilk kadın Belediye Meclis Üyesi imiş. Tarihi fotoğrafı arşivimizde.

İsmi bana yadigâr olan Rengigül Hanım da Büyük Çerkez Sürgünü’nde Osmanlı topraklarına varmış. Sarayda akrabası olduğu için Ulema Tayfur Bey’in konağında Nâzım Bey ile birlikte büyümüş. Nâzım Bey sonra Adliye Nâzırı iken 31 Mart Vak’asında vurularak öldürülmüş. Çocukluğu ve genç kızlığı kışın Beyazıt’ta yazın Büyükada’da geçmiş. Musiki öğrenmiş. Gelin çıktığı konak İstanbul Üniversitesi’nin bir birimi, gelin geldiği konak ise işgal yıllarında Yunan Orduları Komutanı N. Trikoupis’in şahsi karargâhı olmuş. Kendisini tanımadım yaşı gereği. Seher Hanım ile Rengigül Hanım dünür olmuşlar 1930 yılında. Onların hayatlarını Rengigül e-kitabında yazabildiğim için huzurluyum, büyüklerim bu dünyadan göçüp gitmeden.

Kaynak kitaplarımdan biri “Babam Abdülhamid’ti. Bu hafta yine okudum. İyi ki de Ayşe Osmanoğlu Hanımefendi kaleme almış. “Bizim validenin soyu” sözü II. Abdülhamid’e aittir. Ayşe Hanımefendi, “Büyükbabamın bütün haremi Çerkezdir.” diye yazmış kitabında. Kitabı ikinci okuyuşum. II. Abdülhamid’in nice özelliğini takdir ederim. Şişli Etfal’i de yaptırdığı için saygı duyuyorum. Zaten II. Abdülhamid Han ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün benzer özelliklerini kaleme almıştım. Ne kadar derinlemesine okur incelerseniz her defasında ince detaylar buluyorsunuz ve kendinizle de örtüşüyorsa bu özellikler hoşunuza gidiyor.

Her Çerkez, Çerkez Sürgünü sonrası Rengigül Hanım ya da Seher Hanım gibi şanslı değillerdi. Ayşe Pişkin Hanım ile Büyük Çerkez Sürgünü’nde büyüklerimizi analım istedim. “Çerkez yerine Çerkes kullanılıyor son dönemlerde” diyerek şöyle aktardı:

“Özgün birçok dil ve kültürün mirasçısı olan Çerkesler, antik çağlardan bu yana sahibi oldukları anavatanlarında özgür bir şekilde yaşarlarken;  XV’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Çarlık Rusyası’nın yayılmacı politikalarına karşı vatanlarını ve özgürlüklerini korumak için savaşmak zorunda kalmışlardır. Anavatanlarından sürülen Çerkeslerin yarım milyonu, açlık, soğuk, salgın hastalıklar ile Karadeniz’in gemileri batıran fırtınaları ve vardıkları yerlerde karşılaştıkları olumsuz şartlar nedeniyle yolculuklarının daha ilk günlerinde hayatlarını kaybetmiştir.

Bu acımasız sürgün sonucudur ki günümüzde, 6 milyonu Türkiye’de olmak üzere 7 milyonu aşkın Çerkes hâlâ anayurdu dışında ve dünyanın 40 ülkesine dağılmış vaziyette, yok olma tehdidi altında yaşamaktadır. Çerkesler, kendilerini anayurtlarından koparan bu büyük felaketi “Soykırım ve Sürgün” olarak isimlendirmekte. Rus İmparatorluğu’nun Kafkasya işgalinin sona erdiği “kutsal bir fetih günü” olarak gördükleri 21 Mayıs gününü kınayan Çerkesler, bu kadar kanlı bir savaşın insanlık suçu olduğunu savunarak, Çerkes sürgününün anıldığı bir yas günü olarak anmaktadır.

21 Mayıs 1864’te yaşanan bu trajediden sonra bugüne kadar geçen bir buçuk asırdan fazla zaman sürecinde; Çarlık Rusya’nın hukukî mirasçıları da aynı şekilde Kuzey Kafkas halklarına sürgün ve soykırım politikaları uygulayarak sistemli bir asimilasyona tâbi tutmuş, sürekli baskı ve zulüm altında yaşamak zorunda bırakmışlardır. Çerkesler hem geçmişte hem bugün bunca zulmü yaşarken maalesef özgür dünya başını kuma gömerek olup-bitenleri görmezden gelmiştir. Çerkesler, 21 Mayıs 1864 tarihiyle simgeledikleri bu dramı 157 yıldır unutmamış olup toplumsal hafızalarında bütün canlılığıyla yaşatmaktadır. Çerkes Sürgünü’nün 157’nci yılında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü 21. yüzyılın getirdiği enformasyon teknolojileri sayesinde ileri demokrasi anlayışı tüm dünyaya dalga dalga yayılmakta, evrensel insan hakları ilkeleri her geçen gün daha önem kazanmaktadır. Rusya’nın Çerkesya’yı işgalinin ardından, 21 Mayıs 1864 tarihinden sonra Çerkes halkına yapılan toplu katliam, etnik temizlik, tehcir ve sürgünden Çerkes toplumunun %70’i etkilenmiştir. Sayısal olarak 1500.000 kişi kadardır. Yapılan katliamın, işkence ve yakıp yıkmaların yöntemlerinin detayları tarihlerde mevcuttur. Amacı Çerkesler olsa da diğer etnik Kafkas halklarını da içermiştir.
Çerkes – Rus savaşlarının en önemli nedeni, Rus İmparatorluğu’nun sıcak denizlere inmek olmasıdır. Diğer nedeni de Çerkeslerin Müslümanlığı kabul etmiş olmasıdır.
Rus – Çerkes Savaşı, 1763 yılında, Rus İmparatorluğu’nun Çerkesya’yı işgali ile başlamıştır. Savaş, köyleri işgal etmek, yağmalamak, işkence yapıp yakıp yıkmak ve katletmek olarak sürdürülmüştür. Çerkesler, 1763-1864 yılları arası, 101 yıl süren savaşa çetin bir şekilde direndi. 1857 de Çerkeslerin tamamen yok edilmesi gerektiği belgeler yayınlandı. En azından yarısının yok edilmesi, sürülmesi, kalan kesimin teslim olacağı düşüncesi oluşturuldu. Sürgün başlatıldıktan sonra, son 20.000 kişilik Çerkes ordusu 100.000 kişilik Rus ordusu ile savaştı. Çerkesler yenik düştü. 21 Mayıs 1864’de, Ruslar savaşın galibiyetle bittiğini ilan ederek, buna itaat etmeyen halkı katletti. Tarihçilere göre öldürülen Çerkes sayısı  600.000 -800.000. Sürülenler ise 1.200.000 civarıdır. Sürülenlerin 800.000 civarında olanı sağ olarak Osmanlı topraklarına vardığıdır. Sürgünün çoğunluğunun yetersiz sayıdaki gemilerle ve son derece kötü şartlarda yapıldığı bilinmektedir. Açlık ve hastalıklar gemileri yüzen mezarlıklara çevirmiştir. Osmanlı topraklarına ulaşabilen Çerkesler, Anadolu’nun her yerine yerleştirildiler. Çerkesler sürüldükleri bu topraklarda kendilerini yıllarca misafir bildiler. Bir gün vatanlarına geri döneceklerine inandılar. Kendilerine kucak açan bu ülkede gereken tüm vatandaşlık görevlerini minnetle yerine getirdiler. O zamanın Türkiyesi’nde herkes gibi kimi saraylı oldu ve öyle muamele gördü. Kimi Cumhuriyet için kardeşiyle savaştı.

Ben 3. nesil bir Çerkes kadını olarak: Babamın babası, yani büyük babam, 10 yaşlarında, ailesini kaybetmiş olarak, kardeşi ile Samsun’a ayak basmışlar. Kardeşi Samsun’da bırakılmış, büyükbabam da bir grup ile Düzce’ye gönderilmiş. Akraba veya tanıdığı olmamış. Sahip çıkmışlar, hafız olarak yetiştirilmiş. Gittiği köylerden birinde, babaannem ile tanışıp evlenmiş. Babaannem Düzce’de doğmuş, Çerkes bir ailenin kızıymış. Mızıka çalan ve dans eden bir genç kız iken, büyük babam ile tanıştıktan sonra mızıkasına hiç el sürmemiş ve büyükbabama göstermemiş. Babaannem, 5. çocuğuna hamile iken büyükbabam vefat etmiş. Babaannem hem baba hem de anne olmuş 32 yaşında. 6 odalı, banyosu ve tuvaletleri olan o iki katlı evi babaannemin nasıl yaptığını hâlâ anlayamam. Otoriter, bilgili, sevgi dolu, bilge, şifa dağıtan bir enerjiye sahip ve ebeliği olan bir uzmandı bence. Pek çok hastalığa şifa verir, ebelik yapar ve ölü yıkardı. Bir keresinde bir tavuğun boğazına takılan yiyeceği, boğazına delik açarak kurtarmıştı. Bu kadar maharetin bir arada olması çok ender görülebilecek bir şey. Allah ona bu yetenekleri bir şekilde vermişti. 69 yaşında hayata gözlerini yumdu. Benim de anne yarım gitmişti. Annem de Çerkes bir ailenin kızıydı. Ve 16 yaşında tanıdığı babaanneme saygı ve sevgi ile yaklaşmış, onun yolundan gitmiştir. Hiçbir tartışmaları olmamıştır. Babam ise, bu iki güçlü kadın yanında maalesef ikinci planda kalmasına rağmen, hak ettiği saygıyı görmüştür. Bahsi geçen tüm ölmüşleri hürmetle anıyorum. Mekânları cennet olsun. Ben de yedi yaşına kadar, sırf Çerkesce konuştum. Radyoların yeni yeni çıkması ve karşılaştığımız Türkçe konuşan kişilerden de Türkçeyi öğrendim. İlkokula başladığımda Türkçeyi iyi biliyordum. Okulda Türkçe konuşuluyordu ve Çerkesce konuşmak yasaktı. Bu uygulamayı hiç yargılamadım nedense. Çerkes olmayanların yanında da Çerkesce konuşmazdık. İlkokuldan sonraki eğitim hayatım İstanbul’da geçti. Eşim de Çerkes kökenli olmadığı için evde Çerkesceyi hiç konuşamadım. Anne ve babamı ziyaret ettiğimde doğup büyüdüğüm yöremde tabii ki konuşulanları anlıyor ve cevap verebiliyordum. Annemin ve babamın ölümünden sonra çok fazla konuşma pratiğim de olmadı. Derneklere de ara vermiş oldum ve gidemedim. Ve artık dilimi konuşamaz oldum. Tabii ki kızım dilimi bilmiyor. Çok istemesine rağmen çocukluğunda, ben konuşamadığım için öğretemedim. Bu nedenle çok üzgünüm. Geçen en az 30 yıllık bir sürede, dilimi unuttum. Tarihimi de hiç irdelemedim. Sadece büyük babamın Kafkasya’dan sürgün edildiğini biliyordum. O kadar. Kimse, geçmişimizde, tarihten, sürgünden ve katliamdan söz etmemişti bana. Kimse bana deniz ürünü yemediğimizin nedeninin atalarımızın balıklara yem olması olduğunu anlatmadı, bilmiyordum. Uyumuşum bir dönem, kim olduğumu umursamadan. Bildiğim tek şey, Çerkes olduğum, bir hafız torunu olduğum ve buna göre hareket etmem gerektiği, Çerkes dansları ve mızıka idi. Hep bir hafız torununa uyan davranışlar sergilemeye çalıştım. Yedisinde neyse, yetmişinde de odur derler ya. Benim çocukluğumda aldığım terbiye ve kültür hiç değişmedi. Kurallarım hep işledi. Eşimden ayrıldıktan sonra, Çerkes derneklerine yeniden başladım. Çerkes korosuna katıldım ve dil kurslarına başladım. Unutmuş olduğum dilimi yeniden kazanmaya başladım. Ve şimdi aktif olarak kültürüm, dilim ve Çerkeslik için canla başla çalışıyorum. Yok olan o yılları telafi etme gayreti içindeyim. Çerkes derneklerinde, federasyonlarda partide ve tüm sosyal çevrede o güzel kültürümüzün, dilimizin ve kimliğimizin yaşatılması için emek sarf ediyorum. Son derece bilinçli olarak. Ben sadece bir örneğim. Benim gibi pek çok kişi dilini ve kültürünü kaybetmiş durumda maalesef. İşte böyle yok oluyoruz.

Kültürler, diller ve kimlikler çok önemli. Asırların ayakta kalabilmiş en güzel değerleri. Halkları halk yapan özellikler. Güzel olan her kültür, dil ve kimlikler korunmalı. Ve evrenselleştirilmeli. Katliamların, soykırımların olmadığı, insana gereken değerin verildiği güzel yaşamlar dileğiyle.”

Ayşe Pişkin Hanım’ın anlatımındaki “Kimse bana deniz ürünü yemediğimizin nedeninin atalarımızın balıklara yem olması olduğunu anlatmadı, bilmiyordum.” ifadesini irdelediğimde ben de ilk defa işitiyordum bu hüzünlü inceliği. Zira Rengigül Hanım asimile olmuştu Saray’dan yansıyan kurallar gereği.  Ve balığı, havyarı ailece pek seviyorlardı. O dönemden kalma bir havyar çanağı bugünleri bulmuştu. Bazı böyle objelerin, takı ve giyim eşyalarının, tabloların ve elimizde kalabilen yadigarların dile gelmesini isterdim. İşte o zaman tüm gerçekleri bu yadigarlardan dinleyebilirdik.

Her biri nur içinde yatsınlar. Çok acılar çekmişler. Yazımızı bir Çerkez atasözümüz ile bitirmek isterim: “Mezar taşı kaybolur şarkı kaybolmaz.”

1.Pişkin yazısı kaynakları:

Erol Karayel. Özgür Çerkes köşe yazıları.
Murat Özden: Özgür Çerkes köşe yazıları.
Yılmaz Dönmez: 21 Mayıs basın açıklamaları.
Nahit Serbes: Benim Adım Xabze
Süha Baytekin: Diaspora Çerkes Olmak.
Murat Özden: Çerkes Siyasallaşmasının Öncüleri.
Kutarba Hayri Ersoy: Sürgün Sessiz Ölür.
Murat Özden: Üçüncü Sürgün Gönen Manyas Çerkes Sürgünü.