Açıklama

En büyük Türk dermatoloğu Ord. Prof. Dr. Hulûsi Behçet ve Nekroloji Yazarlığı

“Bütün dünya yeni bir hastalıkla yüzleştiğini en sonunda kabul etmek zorunda kalır. 1947’de Zürih Tıp Fakültesi’nden Prof. Mischner’in Uluslararası Cenevre Tıp Kongresi’nde yaptığı bir öneriyle, Dr. Behçet’in bu buluşu “Morbus Behçet” olarak adlandırılır. Böylece daha başlangıçta Behçet Sendromu, Trisymptom Behçet, Morbus Behçet adlandırmalar ortaya çıkar.”

Bir Türk olarak gurur duyuyorum. Saygın hocalarını kaleme alan akademisyenler, hocalarının önemli bir özelliğini de vurguluyorlar. Ortak özellik: Alçakgönüllü olmaları. Vurgulanması gereken önemli bir ayrıntı bence.

“Hulûsi Behçet adını ilk kez ne zaman duymuştum?” diye düşündüm.

Behçet Hastalığı’nı duymuştum ama şâhit olmamıştım. Hastalığın üzücü boyutunu uzun yıllar Fransız La Paix’de vasiliğini gönülden yaptığım genç hanımda yaşamıştım. Çok stresli, baskı altında kaldığı en gençlik yıllarında yaralar çıktığı söylenmişti ama gerçekte saptanmış bir sebebe de bağlanamıyordu.

Ondan öncesinde Şark çıbanını biliyordum.

“Savaştan sonraki Cumhuriyet’in ilk on yılında, kalkınma hamlesi umudunda ve azminde olsa da özellikle Urfa’da trahom ile mücadele edilmektedir.  Ailenin fertlerinde de “Şark çıbanı” kaçınılmazdır. Küçük Faik, trahomdan etkilenen, burnunun ucu yok olmuş amcalara pek üzülür. “Tirnik” kelimesi dağarcığına giriverir, hüzünle ve biraz da korkuyla küçücük yüreğine. Hele kör kalanlara daha da çok üzülürler.”

Gibi nice yönleriyle “Rengigül” kitabımda uzun uzun Urfa’yı anlatmıştım.

Savaş ve sürgün kadar salgın hastalıklar da insan hayatını etkileyen hüzünlerdir. Ruhen ve bedenen etkileri nicedir.

Behçet, vefatından 27 yıl sonra 1975’te, TÜBİTAK Bilim ve Hizmet Ödülü, 1982’de ise Eczacıbaşı Bilimsel Araştırma Ödülü ile onurlandırıldı. Behçet’in adına pul ve gümüş para da basıldı.” diye yazmış Prof. Dr. Yalçın Tüzün, İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Dermatoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi.

Ne güzel bir detay! TÜBİTAK.

Babam Prof. Dr. Faik Yaltınk’a da 1973 yılında TÜBİTAK tarafından “5O. Yıl Cumhuriyet Ödülü” verilmişti.  

Şimdi Yalçın Tüzün hocanın kaleminden, Hulûsi Behçet’in akademik yönünü tanıyalım. “Akademik yönü” diyorum. Zîrâ her insanın mesleği haricinde kendini dinlendirdiği, ruhunu beslediği nice yeteneğine paralel uğraşları da olduğunu gözlemlemekteyim.

Hulûsi Behçet, 20 Şubat 1889 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Tıp öğrenimini 1910 senesinde tamamlamış ve 1914 Temmuz’una kadar Gülhane Dermatoloji Kliniği’nde Eşref Ruşen, Talat Çamlı ve bakteriyolog Reşat Rıza hocaların yanında asistan olarak çalışmıştır. 1914 Temmuz’unda Kırklareli Askeri Hastanesi başhekim muavinliğine tayin edilmiş ve daha sonra 1918’e kadar Edirne Askeri Hastanesi’nde dermatoloji uzmanı olarak çalışmıştır. 1918 Ağustos’unda evvela Budapeşte’de, sonra Berlin’de Charité Hastanesi’nde çalışmış ve 1919 Ekim’inde yurda dönmüştür.

Burada büyükçe bir parantez açmakta fayda görüyorum. Osmanlı topraklarının içinde bulunduğu durumu irdelemenizi rica ediyorum. 19 Mayıs 1919’u! Vatan mücadelesini! Hem savaş hem salgın hastalıkları!

Nitekim “Hulûsi Behçet ve Behçet Hastalığının Tıp Literatürüne Giriş Süreci” doktora tezinde Dr. Gülay Satar; Hulûsi Behçet’in doğum yılı 1889, Fransız ihtilalinin 100. yıl dönümüdür. Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişah II. Abdülhamid hukûm sürmektedir. Aynı yıl İstanbul’da bulunan askerî tıbbiyeli beş öğrencinin kurduğu bir çeşit fikir kulübü olan İttihâd-ı Osmanî Cemiyeti, gelecekte iktidara geçecek İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çekirdeğini oluşturmuştur. Bu dönem eğitim alanında reform sayılabilecek, öğretmen ve öğrenci sayısı, lise düzeyindeki okul sayısında artış gibi gelişmeler olsa da dönemin gerçek ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Aynı dönemde demir yolu uzunluğunda önemli artışlar olmuş, hacılara kolaylık olsun diye Osmanlı tarafından yapılan Şam – Hicaz demir yolu yapımı da aynı yıllara rastlamıştır.” diye yazmıştır. Satır araları şöye:

“Profesör Doktor Hulûsi Behçet’in vurgulanmaya değer önemli bir özelliği, öğrencilerine tıbbın sosyokültürel ve tarihsel boyutlarını görmeyi sağlayan geniş bir bakış açısı kazandırmaya çalışmasıdır.

 Nekroloji Yazarlığı:

Edebiyat Hulûsi Behçet’in özellikle ilgilendiği bir alandır. Yazar kimliğini, editörü olduğu Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniği Arşivi’nde, yerli ve yabancı meslektaşları ardından yazdığı, onların tıbba yaptıkları katkıları ayrıntılı olarak ortaya koyduğu ve kendi değerbilirliğini yansıttığı içtenlikli ve dokunaklı nekrolojiler ile açıkça ortaya koymuştur. Hulûsi Behçet’in hem kendi eğitimine-yetişmesine hem de Türk dermatolojisinin de ilerlemesine önemli katkısı olan ve kaybından derin acı duyduğu hocası Hamdi Suad Aknar’ın ardından yazdığı yazı, bu alandaki çalışmalarının en başarılı örneklerinden biridir: Hamdi hoca çok çalışkandı. Çalışkanlığı tavazu ile birlikte giderdi. Hiç alayış sevmezdi. Memnuniyetlerini kendine mahsus gülümsemelerle ancak ifade ederdi. İzzeti nefsine düşkündü. Büyüklere hürmet eder, çalışanları takdirle severdi ve sevmesi samimi ve hakiki idi.”

Yalçın Tüzün hoca ile devam edelim:

Hulûsi Behçet, bir müddet serbest çalıştıktan sonra 1923’te Hasköy Zührevi Hastalıklar Hastanesi Başhekimliğine tayin edilmiş, 6 ay kadar burada çalıştıktan sonra Guraba Hastanesi dermatoloji uzmanlığına nakledilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve soyadı kanunu kabul edildikten sonra, Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün arkadaşlarından olan babası Ahmet Behçet’in, parlak ve çok zeki anlamına gelen ve adı olan Behçet’i soyadı olarak almıştır. 1933 senesinde Üniversite Reformu’nda Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniği’ne profesör seçilmiştir. Hulûsi Behçet, Türk akademisinde profesör unvanını alan ilk kişidir.

 Hulûsi Behçet dermatolojide birçok konuyu ayrıntılı bir şekilde incelemiştir. 1920 yılından itibaren çeşitli dernek toplantılarında ve bazı yazılarında deri layşmanyazında (şark çıbanı) çivi belirtisi bulunduğundan bahsetmeye başlamıştır. O dönemin önde gelen deri hastalıkları uzmanlarından biri olan Dr. Abimelek, Hulûsi Behçet’in çivi belirtisi tanımını şöyle nakletmektedir: “Önce bir nodül ortaya çıkar. Bu nodül ülserleşirse üzerinde bir krut gelişir. Bu krut altına sıkı bir şekilde yapışık olup, kaldırılması güçtür. Kaldırıldığı zaman zemininde aynen diskoid lupus eritematozusta olduğu gibi kruta dik olarak çıkan veya kopan, her biri yaklaşık olarak 2 mm çapında çivi şeklindeki uzantılar görülür. Çivi belirtisi klinik tablonun patognomonik bulgularıdır ve histolojik tabloya da yansır. ” Bu dönemde deri layşmanyazında Kyrle ve Reenstierna histolojik çalışmalar yapmışlarsa da, Hulûsi Behçet’in ısrarla üzerinde durduğu çivi belirtisinden bahsetmemişlerdir.

Bunun dışında, yine o yıllarda, ülkemizdeki arpa uyuzları konusunda çok sayıda yazı yazmıştır. Hatta yurdumuza ait parazitlerin tür ve cinslerini de saptamıştır. Karadeniz kıyılarında arpa çuvallarını taşıyan hamalların arpa uyuzuna yakalanmamak veya tedavi amacıyla sık sık denize girdikleri şeklindeki gözlemini sonraki yıllarda yazdığı ders kitabında belirtmiştir.”

İlginç bir konu: “arpa uyuzu”!

Hububat ile ilgili araştırmalarımda ülkemizde en çok “arpa uyuzu” görüldüğünü öğrendim. “Eski Türkçe Tıp Yazmalarında Cilt Hastalıkları Tedavisi” konusunda Dr. Mahmut Tokaç bilgileri şöyle aktarıyor:

14-16. yüzyıllarda yazılmış Türkçe tıp yazmalarında (Yâdigâr-ı İbn-i Şerif, Tervihü’l-Ervah, Edviye-i Müfrede, Müntehab-ı Şifa, Haza’inü’s-Sa’adat, Menafi’u’n-Nas, Cerrahiyetü’l-Haniyye, Müfredat-ı İbn-i Baytar Tercümesi, Mücerreb-name, Tuhfe-i Muradî, Tuhfe-i Mübarizî, Kitab-ı Kamilü’s-Sınaa fi’ilmü’t-Tıbb, Kemaliye, Kitabü’l-Müntehab fi’t-Tıb), “kurdeşen”, “giciyik”, “uyuz”, “temriye”, “konak” gibi kaşıntılı cilt hastalıkları için önerilen tedavi yöntemlerinden özetler”de uyuz ile ilgili şunları yazmış: Müntehab-ı-Şifa’ya göre, uyuzu gideren tecrübe edilmiş bir merhem: mürdeseng yumuşak dövülüp elenir, havana konulur, üzerine zeytinyağı konarak mürdeseng hallolana kadar ezilir, azar azar sirke damlatılarak karıştırılır, sirke tamamen yedirildikten sonra tekrar sirke konur, aynı şekilde halledilir. Hacet vaktinde (gerektiğinde) hamamdan sonra bu merhem uyuza sürülürse faydalı olur. Her gün 20 dirhem şehterec suyu, 14 dirhem hıyarşenber içi ile ezilip 5 dirhem bademyağı katılıp içirilirse şifa bulunur. Haza’inü’s-Sa’adat’ın hamamlardan bahseden sekizinci bâbında, kaplıcada yıkanmanın “giciyik” ve “uyuz”a iyi geldiği belirtilir. Badrenbuya (oğul otu, melisa, tatranbu) ıssı ve kurudur, uyuza yarar. Gülyağı, soğuk su ve çok az sirke ile karıştırılıp sürülürse giciyik ve uyuzu giderir.” 

Ziraat ve tıp eş zamanlı bir çalışma içinde olduklarında; hastalıklar ile mücadelede daha etkin olabilir ve ekonomiye katkı sağlar diye düşünürüm. Başkaca sinerji yaratabilecek bilimler gibi. 

Bir ilginç konu daha karşımıza çıkıyor: “İncir dermatiti”.

“1930’da davetli olarak Kopenhag’da yapılan dermatoloji kongresine katılan Hulûsi Behçet, yine 1930’lu yıllarda incir dermatitleri üzerinde durmaya başlamıştır. Senelerce ham incir dermatiti üzerine çalışmak ve yazı yazmak suretiyle bu dermatozun Balkanlar’da ve nihayet Fransa ve Amerika’da tanınmasını sağlamıştır. İstanbul’da ilkbahar ve yaz aylarında incir ve incir yaprakları ile ilgilenen şahıslarda, sonbaharda ise incir ürünleriyle ilgilenen kişilerde meydana gelen, biri diğerinden farklı iki klinik tabloyu senelerce gözlemiştir. Birçok klinik tabloyla karışabileceği için incir dermatitlerini, ülkemizde tanınması için önce 1933 yılında “Pratik Doktor” adlı dergide yayınlamıştır. Daha sonra çeşitli olguları dermatoloji derneği toplantılarında sunmuş, en sonunda da Fransız Dermatoloji Derneği Bülteninde yayınlamıştır.”

Ve Yıl 1936. “Morbus Behçet”e Doğru:

“Behçet hocayı zamanın en önemli dermatoloji dergilerinden biri olan “Dermatologische Wochenschrift”in yazı kurulunda görüyoruz. Aynı yıl Medizinische Welt’in yazı kuruluna da seçilmiştir. Bu önemli görevlere bilgisi ve güvenilirliği sayesinde geldiği herhalde tartışılamaz. Hulûsi Behçet, 21, 7 ve 3 yıl takip ettiği üç hastada ağız ve genital bölgede aftöz belirtiler, gözde de çeşitli bulgular bulunduğunu gözler ve bunun yeni bir hastalık olduğuna inanır. 1937’de bu görüşlerini “Dermatologische Wochenschrift” de yazar ve aynı yıl Paris’te Dermatoloji toplantısında sunar. Bu toplantıda hastalığın etyolojisinde, dental bir infeksiyonun da neden olabileceğini bildirir. 1938’de bu konuyla ilgili daha detaylı bir yazıyı yine aynı dergide yayınlar. Aynı yıl Dr. Niyazi Gözcü ve Prof. Frank benzer semptomları içeren iki olgu daha yayınlarlar. Arkasından Avrupa’dan yeni bildiriler de gelir. Böylece Avrupalı doktorlar yeni bir hastalığın varlığına karar verirler. Oftalmologlar Behçet hastalığını kabul etmeye başlarlar, ancak dermatologlar bu yeni hastalığı ısrarla inkar ederler. Bu tablonun pemfigus, ulkus vulva akutum, dermatomiyozit, Neumann’ın aftozisi, eritema eksudativum multiforme ve benzerlerinin semptomları olduğunda üstelerler. Bu olaylar sürerken dünyanın diğer yörelerinden bazı yeni olgular daha bildirilir. Bu yayınların sonucunda bütün dünya yeni bir hastalıkla yüzleştiğini en sonunda kabul etmek zorunda kalır. 

1947’de Zürih Tıp Fakültesi’nden Prof. Mischner’in Uluslararası Cenevre Tıp Kongresi’nde yaptığı bir öneriyle, Dr. Behçet’in bu buluşu “Morbus Behçet” olarak adlandırılır. Böylece daha başlangıçta Behçet Sendromu, Trisymptom Behçet, Morbus Behçet adlandırmalar ortaya çıkar. Bu hastalığın tıp literatürüne geçmesine katkısı olanlar arasında Niyazi Gözcü, Iggescheimer, Murad Rahmi, İrfan Başar, Naci Bengisu, Marchionini, Braun, Obendorfer, Weekers, Reginster, Franchescetti, Jensen Tage, Sulzberger ve Wise gibi isimleri unutmamak gerekir. Onun araştırma, yazma ve tartışmaya olan merakı entelektüel bir karakter olmasını sağlamıştır. Uzmanlığın ilk yıllarından başlayarak birçok ulusal ve uluslararası kongrelere orijinal makaleleriyle katılmış, ülkemizde ve yurtdışında birçok makalesi de yayınlanmıştır. Ünlü Alman Patoloğu Prof. Schwartz, onu ülkesi haricinde her yerde bilinen birisi olarak tasvir ederken, onu asla Türkiye’de bulamazsınız çünkü araştırmalarını yurtdışında sunar demiştir.  Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniği Arşivi adındaki dergiyi ölüm tarihine kadar yayınlamıştır. Bu dergi 1934’ten 1947’ye kadar Türkiye’deki Dermatoloji organı görevini sürdürmüştür.  En büyük Türk dermatoloğunun anlatmaya çalıştığım yaşam öyküsünden de anlaşıldığı üzere, Hulûsi Behçet, Behçet hastalığının tanımlanmasından önce de Hulûsi Behçet’ti. Kendisini saygıyla anıyoruz.”

Ord. Prof. Dr. Hulûsi Behçet hocamızı rahmet ve minnetle anıyorum. Dr. Gülay Satar’ın (Çukurova Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı) doktora tezi “Hulûsi Behçet ve Behçet Hastalığının Tıp Literatürüne Giriş Süreci”nin satır araları ile makalemi noktalıyorum.

“Mesleğini küçük yaşta seçmiş, belli ki istemediği bir yaşam biçimine hiçbir zaman zorlanmamış, uzun süren savaş ve yokluk yıllarına rağmen, muhtemelen ailesinin varlıklı olması dolayısıyla yoksulluk ve yoksunluk çekmemiş, bir ömür boyu bilgi ve bilim üretmekten ve bunu paylaşmaktan başka bir kaygısı olmamıştır. Bu bağlamda, zengin ve entelektüel bir ortamda yetişen Charles Darwin’i anımsatmaktadır.”

https://www.guncelkadin.com.tr/2019/04/04/rengigul-ural-yazdimarka-olma-yolunda-surdurulebilir-basariya-ulkemden-ornekler-uluslararasi-turk-bilim-insanlarimiz-2/