“Marka Olma Yolunda Sürdürülebilir Başarı”ya Ülkemden Örnekler: Uluslararası Türk Bilim İnsanlarımız – 3 : Dr. M. Kâmil Berk

Açıklama

“Marka Olma Yolunda Sürdürülebilir Başarı”ya Ülkemden Örnekler: Uluslararası Türk Bilim İnsanlarımız - 3     Dr. M. Kâmil Berk

“Uluslararası Balkan Flora ve Vejetasyonu Sorunları Sempozyumu”nda Prof. Dr. Asuman Baytop, Prof. Dr. Hüsnü Demiriz, Prof. Dr. Faik Yaltırık, Prof. Dr. Hayrettin Kayacık (Babamın hocası). Fotoğrafısevgili arkadaşım Prof. Dr. Mete Demiriz armağan etti bana, sempozyumun orijinal damgası ile birlikte. Zira bu sempozyumda görev almıştım. “Botanik ve Turizm” konusu raporlarımdan biridir ve yakın bir zamanda yayına hazırlanmak üzere bekliyor.

Bu makalemde Asuman (Baytop) teyzenin kaleminden babası Dr. M. Kâmil Bey’i aktarmak isterim. O dönemi de tadımlık soluyarak tabii. “Bir Hastane Hekimi Dr. M. Kâmil Berk (1878-1958), Mesleki Faaliyeti ve Bilimsel Yayınları” makalesinde nice çarpıcı detay var ömründe ama ben ülkemin en güzel markası Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile olandan başlamayı tercih ettim.

“Dr. M. Kâmil, Atatürk’ün Dolmabahçe’deki son hastalığı sırasında, 15 Ekim 1938’den itibaren Atatürk’ün vefatına kadar (10 Kasım 1938) onu tedavi eden hekimlerden biri olmuştur. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in (Tıp tarihi profesörü, 1898-1986) isteği üzerine, Atatürk’ün tedavisinde kullanılan enjektör ve son koma esnasında ona zerkedilen son serum glikoze tübü, onun tarafından Prof. Ünver’in Kürsüsü’ne hediye edilmiştir. Bu iki alet halen İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı’nın müzesindedir. Keza, Dr. M. Kâmil’in, Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak Prof. Ünver’e verdiği kendi el yazısı ile yazılı 20 Mayıs 1956 tarihli mektubu da, aynı anabilim dalının arşivinde saklıdır. Bu mektup, “A. Terzioğlu tarafından iki dergide yayımlanmıştır (bkz. Kaynaklar).” 

“Kadırga’daki Mekteb-i Tıbbîye-i Mülkiye’ye girdi ve buradan 1902’de 24 yaşında iken mezun oldu. Bilgisini arttırmak için Avrupa’ya gitmek istedi. Gereken parayı kazanmak amacıyla, Kasım 1904’ten itibaren üç buçuk yıl Niğde’de belediye hekimliği yaptı. Sonra, Dr. Neşet Ömer (İrdelp) ve Dr. Rafael Asseo ile birlikte Fransa’ya gitti. Paris’te iki buçuk yıl kaldı. Orada, cerrahi ve nisai dışında tıbbın birçok şubesinde bilgisini arttırdı. İstanbul’a dönüşünde, Ağustos 1910’da Yenibahçe (Vakıf) Gureba Hastanesi’nde Seririyat Laboratuvarı kimyagerliğine ve 1912’de laboratuar şefliğine tayin edildi. Mart 1914’te Cerrahpaşa Hastanesi sertabibi oldu. Mart 1919’dan itibaren kısa bir süre Gureba Hastanesi’nde dahiliye mütehassıslığı yaptı. Eylül 1919’da Şişli Etfal Hastanesi dahiliye ve çocuk hastalıkları mütehassıslığına ve 1920’de Dahiliye Seririyatı müdürlüğüne (şefliğine) getirildi. 1922-1925 arasında üç yıl aynı hastanenin sertabibi oldu. Ocak 1932’de emekliye ayrıldı.”

Mesleki yaşamındaki satır aralarında yine önemsediğim bir detay var. 1919 Kurtuluş Savaşı’nın 100. Yılı’ndayız. Doç. Dr. Ercan Yavuz “Kurtuluş Savaşı, Savaşta Atatürk, Savaşın Sonuçları” makalesindeşöyle ifade etmiş; “ Kurtuluş Savaşı’nı 19 Mayıs 1919 tarihiyle başlatmak genellikle bir gelenek olmuştur. Kurtuluş Savaşı’na bu tarihte başlamanın birkaç geçerli gerekçesi olmakla birlikte, daha çok duygusaldır. Osmanlı İmparatorluğu toprakları sömürgeci-emperyalist Avrupa devletleri tarafından paylaşılmak istenince ve yer işgallere başlayınca 19 Mayıs 1919’dan önce, silahlı ve silahsız, tek ve toplu halde direnmeler başladı.”, “Kurtuluş Savaşı yıllarında (1918-1923) ortaya çıkan içayaklanmaların önemini belirtmek için, zaman zaman ayaklanmaları bastırmakla görevli birliklerin, cephelerde savaşan birliklerden çok olduğunu söylemek yeterlidir kanısındayız. Ayaklanmalar hemen yurdun her yerinde ortaya çıkmıştır ve bu konunun Türk Devrim Tarihi içinde özel bir önemi vardır.”

Ülkenin içinde bulunduğu durumu kısaca irdelediğimizde Dr. M. Kâmil’in:

“Eylül 1919’da Şişli Etfal Hastanesi dahiliye ve çocuk hastalıkları mütehassıslığına ve 1920’de Dahiliye Seririyatı müdürlüğüne (şefliğine) getirildi. 1922-1925 arasında üç yıl aynı hastanenin sertabibi oldu.”diye üç satırla aktarılan meslekî yaşamının zorluklarını açıkça görebiliriz.

Şimdi yine değişik bir bakış açısına çevirelim sahne ışıklarını: Şişli Etfal Hastanesi bahçesindeki büstüne. Yukarıda “Tıp ve Savaş” konusunu tadımlık irdelerken, aşağıda “Tıp ve Sanat” konusunu irdeleyelim:

“Hastane bahçesinde onun bir büstü vardır. Büstün açılışı, 1.2.1960 günü zamanın Sağlık bakanı Dr. Lütfi Kırdar (1889-1961) tarafından yapılmıştır. Büst, başhekim Dr. Ragıp Güran’ın (1903-1958) teşebbüsü, Dr. M. Kâmil’in evlatlarının ve bazı hekimlerin katkılarıyla gerçekleştirilmiş ve Güzel Sanatlar Akademisi müdürü heykeltraş Nijad Sirel (1898-1958) tarafından yapılmış olup onun son eseridir. Aynı hastanenin bahçesinde üç başka hekimin daha birer büstü bulunmaktadır. Dr. Kadri Raşit Anday (1874-1949), Dr. İhsan Hilmi Alantar (1888-1962) ve Dr. Hazım Bumin (1905-1976). İlk adı Hamidiye Etfal Hastanesi olan bu hastane, devrin en mükemmel hastanesi idi. Bugün onun yerinde, yeni bina ve tesisleri ile, önceleri Şişli Etfal Hastanesi, daha sonraları Şişli Çocuk Hastanesi adını taşımış olan bugünkü Sağlık Bakanlığı Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi, kısaca Şişli Etfal Hastanesi hizmet vermektedir. Saat Kulesi dışında, hastanenin tarihi binalarından hiç biri muhafaza edilmemiştir. Hastaneyi tarihi resimleriyle tanıtan bir kitap (Hamidiye Etfal Hastanesi, İstanbul 2010), kuruluşunun 111. yılında Prof. Dr. Nuran Yıldırım’un yazarlığı ve başhekim Prof. Dr. Suat Turgut’un editörlüğünde yayımlanmıştır.”

Güzel Sanatlar Akademisi müdürü heykeltraş Nijad Sirel (1898-1958) hocayı “Cumhuriyet Dönemine Işık Tutan İki Heykeltıraş; Mahir Tomruk ve Ali Nijat Sirel” makalesiyle Öğr. Gör. Derya Uzun Aydın’ın kaleminden anlamaya çalışalım.

“Heykel denilince akla “anıt” eserler de gelmektedir. Genel olarak anıt anlayışının, Cumhuriyet dönemi ile başladığı düşünülmektedir. Aslında Cumhuriyet dönemi öncesinde daha Osmanlı zamanında – birçok anıt denemesine tanık olunmaktadır. İstanbul – Hava Şehitleri Anıtı = Tayyare Abidesi, Özgürlük Anıtı (Hürriyet Abidesi) bunlardan birkaç örnektir. (İnal, 2005, s.112-3). Kaya, 2006, s.145-156). Osmanlı’da gerçekleştirilen ilk anıt uygulaması olarak Hürriyet Abidesi (Abide-i Hürriyet Anıtı) kabul edilmektedir. Anıtın açılış tarihi 24 Temmuz 1911’i işaret eder. Yapıt, 31 Mart gericilik hareketleri esnasında (13 Nisan 1909 ) şehit düşenler adına yapılmıştır. (Erkmen, 2008, s.108-117, Cezar, 1986, s.83-85). Genel olarak bu ilk anıtlar figürsüz olup, birer sütunu andırır biçimde yapılmışlardır. İlk figürlü anıt örneği olarak “Sarayburnu Atatürk Heykeli” ismine rastlanmakla birlikte, Sivas-Hafik ilçesinde yapılmış olan Osman Gazi Büstü’nün aslında ilk figürlü anıt örneği olduğunu kaynaklar kanıtlamaktadır. (R.1). (Yeşilkaya, 2002, s.147-153, Alsaç ve Alsaç, 1993, s.71). 1917 yılında Urfa’da bir Atatürk anıtı yapıldığı ve bu anıtın ilk anıt olduğu da söylenmektedir. Anıt sonradan, bugünkü yeri olan ‘Diyarbakır-Mardin-Gaziantep yolu kavşağına taşındı’ denmekle birlikte,şimdiki akıbeti hakkında net bir bilgiye ulaşılamamıştır. (Çelebi, 2002, s.2-3).”

Bu “akıbet” konusunu Alantar hoca için kaleme alacağım makalede de işleyeceğim.

“Cumhuriyet devri ve Atatürk sayesinde anıt ve heykel anlayışına daha fazla önem verilmeye başlandığı, bilinen bir gerçektir. Gazi her dem güzel sanatların tüm dallarını önemsemiş ve halkını bu konuda teşfik etmiştir. Onun sanata verdiği değer, her daim söylemlerinden de anlaşılmaktadır;

“…şunu da önemle tevarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milliülkümüzdür”. (Elibal, 1973, s.39).

Anıtlar, Gazi Mustafa Kemal, Cumhuriyet gibi konulara değinmekle birlikte, Türk tarihinde önemli rol oynayan kişiler ve olayları da konu edinmektedir. (Berk, Gezer, 1973, s.57, Tansuğ, 2008, s.209). Cumhuriyet devrinde Atatürk heykelleri yapılırken salt amaç, bir liderin heykelini yapmak değildir. Bu gayeden daha öte amaç, yaşanan zaferi ebedileştirmek ve yeni ideolojiyi benimsetmektir. (Gezer, 1981, s.40-39). Tüm bunlara rağmen bilinen bir gerçek varsa o da, henüz Türk toplumunda çok büyük boyutlarda anıt eser yapacak ne teknik uzmanlara, ne de gerekli araç-gereçlere ya da atölyelere sahip olunamadığı gerçeğidir. Bu durum da anıt heykel çalışacak Türk sanatçıların yetişmesi gecikmiştir. Bu sebeple de, uzun dönem küçük boyutta eser üreten sanatçılarımız olmuştur. Neticede de, özellikle Cumhuriyet’in ilk devirlerinden itibaren yabancı heykeltıraşlar ilk anıtlarımızıyapmak durumunda kalmışlardır. Bu durum, sürekli eleştiriye maruz kalmıştır. (Tansuğ, 2008, s. 204,Şenyapılı, 2003, s.95). Ayrıca, toplumun bilinçsizliği ve heykel dökümünün yurtta gerçekleştirilmesinde geç kalınması da yaşanan sorunlar arasındadır. (Özsegin, 1986, s.91-2).

Heykel sanatının tam olarak oluşamadığı bir süreçte, heykel dökümünden söz etmek de mümkün olamamaktadır. Bu doğrultuda, yabancı sanatçılar dahi yaptıkları çalışmalarının bronz dökümlerini kendi ülkelerinde gerçekleştirirler. Döküm için önemli gelişme 1930’lu yıllarda yaşanır. Kenan Yontuç1937 yılında, bir Macar ustasını yurda getirtir. Bu kişinin adı; “Fidzek Karoly’dir. Fidzek, Tünel başındaki Narmanlı yurdunda bir Dökümhane kurar. Ve beraberinde çalışmak üzere yanına da çıraklar alır. Bu kişiler ilk dökümcülerimiz olarak tarihe geçerler. Döküm sanatçılarımız “Orhan Yurdagül, İzak Amon ve Hayrettin Kocaer”dir. Bu kişiler, Fidzek tarafından usta olarak yetiştirilmeye çalışılırlar. Bir de“Yusuf Akpınar” isimli bir ustadan söz edilmektedir. Hayrettin Kocaer’in atelyesini sonradan FeritÖzşen İstanbul Journal of Social Sciences (2013) Spring: 3 4 devralacaktır. Özşen, ilk kez “mum yok etme tekniği ile döküm uygulaması” nı başlatan isim olur. (Özdemir, 1997, s.2008, İnal, 2005, s.112-123). İlk Cumhuriyet kuşağı, artık Cumhuriyeti ve yeni ideolojiyi yansıtmayı düşünmekte, ancak birbirlerini tekrarlayan ve yaratıcılıktan uzak anlayıştan da uzak kalmaya çalışmaktadır. Genel anlamda figürlü çalışmalara ağırlık veren sanatçılar, 1950 ve sonralarında ağırlığı soyut eserlere vermişlerdir. Bu dönem sanatçılara iki önemli isim öncülük eder; Mahir Tomruk ve Nijat Sirel.

Mahir Tomruk ve Nijat Sirel, Türk heykel sanatının önemli iki ismidir. Bu iki isim, Cumhuriyet dönemi heykel sanatı adına ilk öncü isimler olarak tanınmaktadır. Aynı zamanda, Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk Türk heykeltıraşlarını yetiştiren öncüler olmaları da unutulmamalıdır. (Renda, 2002, s.138-145, Giray, 1999, s.491-95).

Sirel genel itibarıyla, ifadesel ve dışavuran yönü, yumuşak ve kimi zaman ayrıntıcı tavrıyla dikkatçeker. Doğaya bağlı ve gelenekçidir. (Köksal, 1983, s.32-5). Özellikle önemli isimleri biçimlendirdiği büst çalışmaları ile tanınan sanatçı, Cumhuriyet döneminin ilk anıt heykellerini yapan isimlerden olması ile de ayrı bir öneme sahiptir. (Elibal, 1973, s.228). Sanatçı bu bağlamda, “Şair Abdülhak Hamit Büstü, Mithat Paşa Büstü, Şair Ahmet Haşim Büstü, Ressam Avni Lifij Büstü” gibi çalışmalar yapmakla birlikte, Bursa, İzmit ve Çanakkale’de yaptığı Atatürk anıtlarıyla da anılmaktadır. (Berk, 1937, s.27-8, Tansuğ, 2008, s.210).

Yervant Oskan Efendi hocalığında başlamış olan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin iki değerli heykeltıraşı“Mahir Tomruk ve Nijat Sirel”, özellikle Cumhuriyet Türkiye’si heykel sanatına önderlik etmişolmalarıyla tanınmaktadır. Özellikle “Anıt heykel kavramı”, Nijat Sirel’de önem kazanmış ve Cumhuriyet dönemi ile hız kazanmıştır. Okulda Cumhuriyet dönemi öncesi heykeltıraşlarımız, Klasik anlayışlar altında heykeli keşfetme çabası içinde olurlar. Bu ilk dönemlerde; Natüralizmin etkisi, ayrıntıcılık ve çoğunluk küçük boyutta ve alçı malzemeden büst çalışmalar yapıldığı görülmektedir. Bu durum, eserlerin kalıcılığını olumsuz etkilemektedir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, bu evrelerde malzemelerin kısıtlı olması, teknik yetersizlikler ve en önemlisi de toplumun bilinçsizliği heykel sanatındaki sorunların başında gelmektedir. Ayrıca, heykel dökümünün başlamasında geç kalınması da yaşanan sorunlar arasındadır. Sirel ve Tomruk, bu anlayış çerçevesi içinde yetiştikleri ortamdan daha sonra sıyrılacaklar ve çağdaş heykel sanatının gelişmesine önayak olacaklardır. Böylelikle heykel sanatı, modern ve yaratıcılığı ilk sıraya koyan bir anlayışla ilerleyecektir.”

“Tıp ve Savaş”, “Tıp ve Sanat” bakış açımız sonrasında; “Kadirşinaslık” ve “Ülke Ekonomisi: Yerli İlaçSanayii” boyutu ile Dr. M. Kâmil Berk ve çağdaşlarının ruhunu şad edelim.

“Dr. M. Kâmil, meslektaşlarına çok saygılı, muhtaçlara daima yardımcı bir hekim olmuş, yardımınıgördüğü her kimseden de, akraba, hoca, meslektaş, arkadaş, daima minnetle bahsetmiştir. İlk başkanı Dr. Asaf Derviş Paşa olan “İstanbul Muhadenet ve Teavün Cemiyeti”nin (Türk Hekimleri Dostluk ve Yardımlaşma Cemiyeti) 1335 / 1919 da kuruluşunda öncülük yapmış ve 1920’de seçilen ilk idare heyetinde, 1921 ve 1922 yıllarında bu heyette üye olarak görev almıştır. Bu cemiyetin kuruluşu hakkında Poliklinik adlı dergide (c.7, sayı 76, 1939, s.112-113) onun bir yazısı vardır. Dr. M. Kâmil’in bir çocuk hastalıkları mütehassısı sıfatıyla ikinci bir tıp derneğinin kuruluşunda da emeği vardır: 2 Mayıs 1930’da kurulmuştur ve ilk adı ‘Çocuk Hekimleri Encümeni’dir. Encümen, 1931’de, Dr. Kadri Raşit Anday, Dr. Mehmet Kâmil Berk, Dr. Ali Şükrü Şavlı, Dr. İhsan Hilmi Alantar, Dr. Niyazi AliÖzsoy’dan müteşekkil beş kişilik bir idare kurulu ile bilimsel çalışmalarına başlamıştır. Burada Dr. K. R. Anday reis, Dr. M.Kâmil Berk, ikinci reistir. Encümen, daha sonra ‘Türk Pediatri Kurumu’ adını almıştır. Dr. M. Kâmil’in bir hizmeti de eczacılık alanında, yerli ilaç imalini ve yerli ilaç kullanılmasınıteşvik edişidir. O yerli ilaç sanayii ile yakından ilgilenmiş, “mevcut yerli ilaçların henüz kâfi derecedeçeşitli ve mebzul olmamasına rağmen, müteşebbis ve bilgili eczacıların gayretleriyle bu sanayinin süratle ilerleyeceğine” inanmış, Türk eczacılarını bu konuda desteklemiştir. 1929 ve 1931 tarihli iki makalesi, yerli ilaç imaline ve kullanımına ümit ve güvenle baktığını, genç eczacıları destekleyerek onları bu alanda çalışmaya davet ettiğini ifade etmektedir. 1926’dan itibaren tertiplediği her formülüeczacılara vererek onların hazır ilaç halinde imal edilmesine yardımcı olmuştur.”

www.guncelkadin.com.tr/2019/04/29/rengigul-ural-yazdi-marka-olma-yolunda-surdurulebilir-basariya-ulkemden-ornekler-uluslararasi-turk-bilim-insanlarimiz-3-dr-m-kamil-berk/