Açıklama

PAMUCAK - ROSEMARIN 

Dün sabah, sahilde yürüdük. Denize en yakın kıyı yerinde. Hoş bir mendirek vardır. Tekneler bağlanır. Yerli sâkinler, yaz sabahları denize girerler. Deniz kurşunî ama pırıl pırıldı, martılar, serçeler kayıkların, kayaların üzerinde nasıl da güzeldi! Konumuz, ülkemizin güzelliklerinin estetik bir bilinç ile dünyaya sunulamaması idi.

Pamukkale'yi severim. Tüm vadiye hâkim bir tesis var. Odanızdan balkona çıkıyorsunuz, isterseniz kahvaltı ve yemeklerinizi yiyorsunuz. Balkonun önündeki küçük havuzunun içinden vadiyi seyrediyor, içeceğinizi yudumluyorsunuz. Güleç, tombulca kadınlar, gözlemeler yapıyorlar.

Tabii, bir de antik kent, Hierapolis. Yabancı bir araştırmacı, arkeolog suyun kaynağını merak etmiş. Biraz daha gideyim, gideyim derken sıcağından yanmış, yanış, o yanış! Yâni, her şey dozunda güzeldir, demek isterim her zaman.

Pamucak Meryem Ana'ya yakın. Ben Meryem Ana'yı sever ve dua ederim. Onun rengi de mavi,  “Rosemarin” de bitkisi. Mavi eşarbı, biberiyelere takıldığı için bitkinin ismi “Rosemarin” olmuş rivâyete göre. Gezdiğim yerlerdeki rivâyetler de hoşuma gider. Ne güzel hikâyeler vardır değil mi? Dingin bir yerdir Pamucak. Bâkir kumsalında, atlar kıyıda koşarlar, yeleleri dalgalara izdüşüm gibi.

Ailece bazı  köylere yardım yapmaktayız, elimizden geldiğince, maddî, manevî imkânlarımız ölçüsünde. Bazı hafta sonu, depremzede köy çocuklarını görmeye gideriz. Dün gece, evdeki işlerimi bitirdikten sonra, kolileri hazırladım.  

İngiltere, İsviçre, Almanya, Avusturya ve Fransa’nın dağlarındaki, köy ve yaylalarındaki yaşamı da bildiğim için yüreğim daha da sızlar. Avrupa’nın köylerinin, şehirlerinden güzel olduğunu bilirsiniz, tertemiz, düzenli ve sakindir. Evlerin pencerelerinden çiçekler sarkar. Dağlarında bir kafede, işli önlükleriyle içinizi açar genç kızlar, dağ çilekli bir pasta getirir, üzerinden akan ve süt kokan bembeyaz kremasıyla, o mis gibi havayı da  içinize çekersiniz neşeyle. Ülkemizde ise, gittiğiniz yaylalarda, neşelenirken içiniz burkulur imkânsızlıklara. O, cânım köy insanımızın bazlamasını, çayını, tarhana çorbasını bir sunuşu vardır ki misafirine, dost gözlerle, biraz da utangaç, mahçup. İçiniz daha da burulur. Ülkemin her köşesinin özlemini duyduğum, “Scotland Highlands”  dediğim İskoçya Alpleri  gibi olmasını dilemez miyim?

Aslında dinlediğimiz her şarkı,  okuduğumuz her kitap gibi tabiî ki her seyahat bizi etkiler. Sait Maden’in çevirisinden “Les Fleurs du Mal”ı okuyup, frengili yazarına hüzünlenip, Paris’te  “Shakespeare Bookshop”a uğramak, seyahat dönüşünde, o günlerin anısına benzer yemekler hazırlamak gibi.

İnsanı iç dünyasına kıvılcım düşüren her şey etkiler. Cidde’den dönüp, “Abaya”mızı saklamak gibi... İskoç eteğimizin iğnesini düzeltirken, “Kilt”li bir İskoç ile dans ettiğimizi hatırlamak gibi... Anadolumuzun gözlemesini özleyip, kitapsız, ayakkabısız köy çocuklarına gözyaşlarıyla  koli hazırlamak gibi... Gözümüze, ağız tadımıza, giyim şeklimize, dilimize dolanmaz, gönlümüze düşmez mi?

Onca  seyahat ve hayat deneyimden sonra, kim ne derse desin, değiştiğini kabul eder insan.  Hocamla birlikte kaleme aldığımız “How to Swim in This Ocean Called Life without Sinking”i düşünürüm. Hayat denizinde batmadan nasıl yüzülebileceğini bilebilmek bir bilinçtir. Temkinli ve öngörülü olmaktır. Prensipli, kurallı yaşamaktır. Estetik bilinci ile gözlem yapabilmektir. Estetik bilinci her konuya uyarlanır, en başta dildeki estetiğe. Eskilerin “tatlı dil” dedikleri. Bu hayatımıza yansır.