Açıklama

Bundan yıllar önce Divan’daki ofisimden saat 18.00’de çıkıyorum, şoförüme “Derse yetişmem gerek aman Hayati!” diyorum ve Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs’ümüzdeki derslere yetişiyorum. 1979 yılında mezun olduktan yıllar sonra tekrar okulumda öğrenci olmak hayli ilginç bir duyguydu. Mümkünse öneririm genç meslektaşlarıma. Tabiî dostlarıma da. “Creative Writing” ilk derslerin birinde hocamız Murat Gülsoy, bize 500 kelimelik ödevimizi verince, içimden “Aman Tanrım!” demiştim. Neden mi?   

Konumuz: “Otel – Bıçak” bize ne çağrıştırıyordu?    

“Çalışma hayatının Cumartesi dahil, Salı günleri Koç Holding hariç her gününü otelde geçiren birisine, nasıl değişik bir şey çağrıştırabilir?” diye düşündüm.  Üstelik, 70’li yıllarda, “Turizm ve Otelcilik” sektörünün, akademik olarak yeni algılandığı bir dönemde okumuştum. Hem de nasıl?    

1976 yazında Londra’dan dönüp, İngilizce puanı ile girdiğim, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Arkeoloji Bölümü’nde Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın, takdir ettiği öğrencilerinden biri olmuştum. Ancak ne var ki öğrenci olaylarının hararetle yaşandığı bir dönemdi. Yabancı dil puanı ile girdiğimizi bilen ve o dönemin tabiriyle: Bir gün sağcıların, bir gün solcuların; “kolej bebeleri” diye derslerden çıkartarak, Kızılay ve Sıhhiye caddelerinde yürüttükleri gençlerdik. Mitingler, taşlı sopalı, tabancalı bıçaklı, bombalı, korkulu… Cıvıl cıvıl gençliğini yaşamak varken, hem de üniversiteyi kazanmış ayrıcalıklı bir azınlık olarak. Ne şans!   

Bu ortamda ben; bir akademik ailenin kızı idim. Minyon, romantik ve sevecen. İstanbul’un Teşvikiye’si ve Levent’inde, bir fanusta büyütülmüştüm. Nasıl da endişeliydi ailem ve bizimle birlikte yaşayan sevgili anneanneciğim. “Bıraksın okulu, İstanbul’a dönsün.” diyordu. Ben ise o ortamın içinde olduğum için mi, yoksa babamın küçüklüğümden beri bana yakıştırdığı “Ah Çalıkuşu ah!” karakterinden mi bilmiyorum, korkmuyordum. Sınıfımızdaki erkek arkadaşlarımız bizlere kol kanat geriyorlardı.  Bir gün, bizi yine yürütüyorlardı. O kadar yorulmuştum ki dinlenmek için “Ara yola sapalım.” dedi, yıllar sonra, arkeolojik kazıda, bombalı saldırı sonucu hayatını kaybeden arkadaşım; arkeoloji şehidi Metin Akyurt (Çalışkan, zarif genç bir erkekti ve beni çoğu kez güldürüyordu sempatik hâlleri ile. Bazen birlikte ders çalışırdık kütüphanede. Tunalı Hilmi’de evlerimiz yakındı. Hukukçu Malatya mebusunun oğlu idi. Beni mutlu etmek için babasından izinle meclisi ziyaret ettik, zira ben meclisi görmek çok istiyordum). Bizim ara yola sapacağımızı fark eden parkalı bir genç, gazetesinin arasından tabancasını gösterince Metin “Arkadaşım yoruldu, daha fazla yürüyemeyecek.” dediğinde parkalı genç “Analarımız tarlada doğuruyor. Bu, düz yolda mı yürüyemiyor?!” diye cevap verdi, sert şiveli konuşması, çatık kaşlarıyla. Mecbur yürümeye devam ettik, burnumuzun ucu kızarmış, ellerimiz soğuktan donmuştu. Anadolu’dan okumaya kentlere geleceksin. Kentli bir kıza köydeki doğumu örnek göstereceksin. İlginç bir dilemma! Yine ne ilginçtir ki yıllar sonra bu söz, hamile olduğumu hissettiğimden itibaren işime yarayacak, köyde hastanesiz, doktorsuz doğumu düşünerek Lamaze Method’a çalışacak ve başaracaktım. Yine yıllar sonra Amsterdam’da ayağımı burkup düştüğümde, doktor 34 numara minicik ayaklarımın yapısından dolayı çok kavisli olduğu için uzun yol yürümememi tavsiye ettiğinde Ankara’daki olaylı günleri anımsayacaktım. Ben kentli bir kız olduğum için değil, Tanrı beni böyle yarattığı için uzun yürüyemiyordum. Yani köyde de dünyaya gelsem değişmeyecekti. Bizi yürüten o gençler de yıllar sonra belki  “Kolej bebeleri” ile evlendiler, ya da çocuklarını koleje verdiler belki de kim bilir? Hayat işte böyle görecelidir.    

O yıl tekrar sınava girdim. Şansım yine Ankara idi. Hacettepe Üniversitesi Turizm ve Otelcilik Bölümü. Bir yıl hazırlık, dört yıl lisansla beş yıl Ankara, hem de yeni kurulmakta olan Beytepe Kampüsü! Öyle günlerdi ki okulda çatal, bıçak, kaşık yasaktı. Düşünebiliyor musunuz; “Sofra adâbı”nın, rafine yiyecek-içeceğin (fine dinning) bilinip, sunulacağı bir bölümde okuyoruz, sosyoloji hocamız Doç. Dr. Emre Kongar ders veriyor, yan binanın amfisinde bomba patlıyor. Hacettepe’de de beni Tarsus Amerikanlı Ahmet Kalyoncu kolluyordu. O anı şöyle tarif edebilirim: Desperado filmindeki Banderas’ın Salma Hayek’in elinden tutup, kaçışları gibi bir heyecan. Zaten Ahmet de biraz Banderas’a benzerdi, tatlı-afacan halleri ile ve beni pek güldürürdü. İstanbul’a geldiğinde annemi bile güldürürdü.   

Yabancı dil puanı ile girilen fakültelerde değişik kolejlerden arkadaşlarla birlikte vakit geçirdiğim ve Büyük Britanya’daki eğitim sisteminden dolayı gözlem ve kıyaslama yapabildiğim için; ülkemdeki kolej, özel okul, sultanilerden devlet okulu olan yabancı dil ağırlıklı lise mezunlarının benzerliklerini/farklılıklarını kategorize etmek bana iş hayatımda fayda/avantaj sağladı.    

Bu zorlu süreçte; o kadar çok çalıştım ki o kesintili, hüzünlü, endişeli günlerde, Boğaziçi Üniversitesi Turizm Bölümü de yeni kurulmuştu, puanım yüksek olduğu için yatay geçişim kabul edildi. Tabi bu kararıma Ahmet çok üzüldü. Hasan Işın Dener hocamız Amerika’dan yeni dönmüştü. İstatistik dersimizin hocasıydı. Uzunca boylu, cüsseli, mavi gözlü genç bir akademisyendi. Sempatik, hoşgörülü, kültürlü, doğru analiz yapan, hayat dersi de veren ve bu özellikleriyle dersi sevdirip, “istatistik önemli bir konudur”u beynime nakşeden güzel bir insandı. Müthiş akıcı İngilizce konuşurdu. Espri ile o dilin hakkını veren hocamızdı. Bu özellik nadir insana nasip olur. Bir ülkenin kültürünü, ruhunu yansıtmak!  Ahmet, Hasan Hoca ile konuşmuştu sanırım. Bir gün “Hoca bizi evine bekliyor.” dediğinde şaşırdım ve yine utangaç mizacımla tebessümle başımı öne eğdim. Randevuya sadık kalarak hocanın evine gittik. Yeni bebeği olmuştu. Tatlı bir bebekti. Olduğu, göründüğü gibi Çelebi bir insandı Hasan Dener Hoca, evinin salonundan yansıyan gibi. Yan dairede de babasının kitaplarının olduğundan bahsetmişti. Babası meşhur fizik profesörlerinden Hayri Dener’di. Güzel, samimi, içten bir sohbetti. “Baban senin Boğaziçi’ne geçmeni onaylamaz.” diye söze başladı. Nedenlerini, iki bölüm arasındaki kıyaslamayı da akılcı, çarpıcı vurgularıyla dile getirdi. O dönem Boğaziçi ve Hacettepe üniversiteleri Galatasaray ve Fenerbahçe tatlı rekabeti hoşluğunda idi.  “Sen hele stajını yap da Etap Pera’da” demiş ve okuldan zorunlu stajı Tepebaşı Etap’a göndertmişti. Ancak babam benim otelde çalışmamı zaten istemediği için Fikret Evliyagil ile görüşüp hafta sonlarını stajdan muaf tutmuş ve ön büro müdürü Turgay Kıran’ı, yardımcısı Naci Gedik’i bile şaşırtmıştı. Babamın ne istediğini biliyordum: Londra’da Lloyd Bank manager’in evlenme teklifine evet dememi ama ben ülkemde okumayı tercih etmiştim. Bir neden de 17 yaşımda iken 32 yaşında bir yönetici ile nişanlanmak beni açıkçası ürkütmüştü. Londra’daki izdivaç teklifini kabul etmeyip Ankara’nın en olaylı günlerinde okuyan kızına Faik Hoca tabii “Ah Çalıkuşu ah!” diyecekti.  

Olaylı günlerdi. O olaylı dönemde, Boğaziçi’ndeki askerlerin elinde, bazen bahçedeki çiçekler oluyor ve o güzelim Boğaz’ı seyrediyorlardı. Okula on dakika mesafede, Levent Fecri Ebcioğlu Sokak’tan derslere yetişmek güvenli ve zevkliydi. Bazen okul arkadaşlarımız, bazen hocalarımız arabalarıyla eve bırakır, Nispetiye Caddesi Başaran apartmanının önünden alırlardı. Babamın kuralları vardı: Sınıf arkadaşlarımızı tanımak. Arabayla gelince klakson çalınca aşağı inmek çok ayıptı ve bizim gibi ailelerin kızlarına yakışmayacağını söylediği için beni almaya kim geldiyse önce eve çıkar, annem ve babamla (fakültede değilse) sohbet eder, izinle ya okula ya da bir yemeğe gidilir, söz verildiği saatte de eve bırakılırdı. Pınar Sayıt hocamız psikoloji dersi verirdi. Çok zarif ve güzel bir hocamızdı. Aynı sokakta otururduk, akşam sohbet ederek eve gelirdik. Bölüm Başkanı Behlül Üsdiken hocamızdı. İki Şükrü hocamız vardı. Laf aramızda Şükrü Yarcan hocamı daha çok severdim. Hukuk hocamız Ertuğrul Zekai Ökte idi. Hukuk dersini çok severdim. Ödevlerinden en iyi notu alırdım. Bunun bir nedeni vardı tabi: Güzel komşuluğun olduğu bir apartmanda yaşardık. Alt katımızda Şükrü (Kaleağası) amcalar otururdu, eşi Tülin abla da avukattı, beni çok severlerdi, ben de onları. Ödevimi yaptıktan sonra Şükrü amca yukarı çıkar, babam, annemle sohbet eder (çok saygısı vardı her ikisine de, babama Faik abi derdi) sonra üzerinde çalışırdık. Levent’teki apartmanımızı başlı başına yazmalıyım; çok değerli komşularımızı da anarak. Aramızdan ayrılanların ruhları şad olsun.  Okul bitirme raporu/tezi hocam Özen Dallı idi. Kendisinden bir rapor nasıl yazılır, nelere dikkat edilir öğrendiğim için mutluyum. Bu noktalar iş hayatımın her evresinde, şimdi de kitap yazarken ve kitap yayınlarken işime yaradı ve yaramakta.   

Her dönemin güzellikleri, zorlukları oluyor. O dönem olaylı günlerin, bu dönem Covid-19’un hüzünlerinde…    

Nereye giderseniz gidin, nasıl, ne şekilde yaşarsanız yaşayın, o çocukluk, gençlik anıları; bir koku, bir görsel, burnunuzun direğini sızlatır. Londra’yı, Edinburgh’u özlüyorum ama orada iken de İstanbul’u özlerdim. Hayatım boyunca yüreğimin sesini dinlediğime memnun oluyorum. Yüreğinin sesi insanı geliştiriyor, değiştiriyor, hep bir enerji veriyor sanıyorum.  Prof. Dr. Hasan Işın Dener hocam gibi bana nice kıymetli öğretileri olan tüm hocalarımdan ebediyete intikal edenlerin ruhu şad olsun, yaşayanlara da sağlıklı ömürler dilerim.   

                                                                                             ***

“Galiba 8-10 yıllık bir farkla aynı süreçleri yaşamışız; ben sosyal yelpazenin bir tarafında, siz diğer tarafında! Ama inanın, 70'lerin başında Türkiye'den, buraya kopup geldiğim için, o zamanlar bilmediğim, farkına bile varmadığım ve sanırım, biraz da ideolojik kandırmacaların etkisiyle "tu-kaka" ettiğim (biraz da kıskandığım, teslim ediyorum), "yelpazenin öbür tarafı" hakkında sizin bu korkusuzca yazdıklarınızdan öğreniyorum bazı şeyleri! Keşke o zamanlar sâdece "ideolojinin", “conservatör” ve “conformiste” bağnazlıklarıyla kendi içimize kapanmayıp, "yelpazenin öbür" tarafına da ilgiyle, anlamak isteyerek ve hattâ sevecenlikle baksaymışız! Bugünün birçok sorununa, belki daha sağlıklı çözümler getirebilirdik. Birleşebilseydik keşke, elimizdekine, her birimiz kendi ve çoğu kez de karşıt ve hattâ aptalcasına düşman fikirlerimizle sahip çıkmayı marifet saymayıp!..” Rengigül e-kitabı s. 903/998'den

Yine “Keşke!”