Açıklama

"Su Olmak İstedim, Üzerinde Kurumak Belki..."   

"Yılları numaralamak da insan uygarlığının bir yansıması. Sanki numaralayınca arşiv cansızlığına, nesnelliğine kavuşacak olaylar, rakamların matematik soğukluğunda ama olmuyor işte, ne kadar uğraşırsak uğraşalım, yılların rakam sıralamaları, onları rakamlarla değil, yaşadıklarımızla kazıyor yüreğimize. Bazen satırlarınızdaki yoğunluğuyla hüznün.   

Yıl 1975. Ve o yıl 1975'de bitmemiş, bitmeyecek. 1975, otuz beş senedir 1975. O halde niye sıralamak ister ki insanoğlu hayatının yüklediklerini. İskoç etek, şile elbisedeki su damlaları, avuç içleri, kana kana su dolu. 1975 deyip geçmek mümkün mü?   

Çok etkilendim, çok duygulandım. Daldım gittim. 1975'lere, 1965'lere Beatles'a, sahnelere. 1969'lara badem bıyıklı ülkücülerle kavgalandığımız sarkık bıyıklı Marksist hallerimize. Seneleri rakamlara vurdum, çarptım, böldüm, içinden ben çıktım. Ve Metinciklerin çığlıkları. Hak aradıklarını sanan, sığıntı "kahramanların" haksız katliamlarına karşı, yüreklerde ölünceye kadar feryat feryat..." ----- Message d'origine ----- Bay Camargue, 2013 

***
 

Yıl 1975. Şehit arkeolog arkadaşım Metin Akyurt ile kol kola... 

Metin,  zarif, duygusal, kadın ruhundan anlayan, aynı incelikte tepki verilmesinden mutlu olan, karşılık alamadığında gözlüklerinin ardından şaşkınlığını, hüzün ve sessizlikle belirten bir erkekti. 

Londra'dan döndüğüm  yıl,  1975 sonbaharında,  Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Arkeoloji Bölümü'nü, İngilizce puanıyla kazanmıştım. Ailem, sağ-sol olaylarından tereddütlüydü ama halam o yıllarda Ankara'da yaşıyordu. Eniştem Metin Kutluer, Kıbrıs Barış Harekatı'nın önemli etüt subaylarından, Deniz Kuvvetleri'nde albaydı. Babam, benimle Ankara'ya trenle gelmiş ve o kadar heyecanlanmıştı ki trende İngiliz gri pardösüsünü unutmuş ve o sevdiği pardösüye bile üzülememişti. Halamla enişteme emanet ederek, iki gün sonra gözleri neredeyse kan çanağı, ağlamaklı İstanbul’a dönmüştü. Halamlar, Tunalı Hilmi Caddesi üzerinde, Büklüm Sokak’taki ilk köşe apartmanın 2. katında oturuyorlardı. Güzel bir ağaçlıklı yoldu. O yıllar, Tunalı'nın en parlak yıllarıydı. Talip Sineması, Talip, Milka ve Flamingo Pastaneleri’nin bulunduğu, Arı Sineması, Kuğulu Park, Bakanlıklar, Çankaya'ya yürüme mesafesinde, cıvıl cıvıl bir semtti. Dil Tarih, Sıhhıye'de olduğu için çoğu kez de yürürdük. Hele karda ne eğlenceli oluyordu. Ankara’nın karı ve gece ışıklarında Çankaya anıları, lapa lapa gençlik neşesi... İstanbul, Londra'dan sonra Dil Tarih...  

Küçüklüğümden beri, farklı mekânlarda, yerli-yabancı arkadaş çevresinde büyüdüğüm için bana her yer, her millet ve dinden insan "ben"mişim gibi gelir. O nedenle de gittiğim yer ister Viyana ister Cidde, neresi olursa olsun oraya,  yarım günde alışırım. Bunu altı yaşımda Edinburgh'da ilkokula yazdırdıkları gün, tek kelime İngilizce bilmeden, annemden ayrılırken gözyaşlarımla anlamış, İskoç Bulldog Rusty’nin karnında onunla sohbetle üstümden atmıştım.  Ben “evren”im, evren "ben". 

Sınıfımızda çoğu Ankara Kolejli olmak üzere, yirmi öğrenci vardı. Yirmisi de güzel ve yakışıklı, en başta ruhen. Bölüm başkanımız ise ne güzel bir şans ve onur ki hocaların hocası Ord. Prof. Ekrem Akurgal'dı. Ben ise tipik bir İskoç genç kız gibi giyinmiştim. Mavi İskoç eteği dersem yanlış olur zira o bir etek değildir, özel adı vardır ve renkleri pek güzeldir. Buchanan tartan, Wallace tartan gibi adları da özeldir; "Navy blue tartan kilt"im ve  lacivert kadife ceketim, beyaz bluzumla. Hocamız, o güneş gibi parlayan ışığıyla sınıfa girdi. "Günaydın, hoş geldiniz, neden bu bölümü seçtiniz?" sorularıyla tek tek, her öğrencinin yanına giderek bizleri tanımaya başladı. Her bir öğrenciye "Arkeoloji" kelimesini telaffuz ettirerek. Benim yanıma geldi. Her öğrenciye yaptığı gibi, şöyle bir tepeden tırnağa süzdü ve biraz da şaşkın, gülerek, gözlerinin mavisindeki eteğime baktı. Ben de diğer arkadaşlarım gibi ayağa kalkarak, tebessümle ve hafif reveransla "İsmim Rengigül." dedim. Yüzündeki ve bakışlarındaki ifade derhal değişti. Bilinçli ve derin bilgi sahibinin aldığı koku idi bu. "İstanbullu muyuz?" diye sordu, bir dudağı yana kıvrılıp, gülerek. Ben de "Evet, hocam." dedim. "Eski Saraylıyız, anlaşılan." diye yanımdan ayrılarak, diğer arkadaşıma doğru gitti ve bana "Arkeoloji" kelimesini telaffuz ettirtmedi. Bu, gözlerle anlaşmaktı. "Arkeoloji"yi doğru telaffuz edemeyenleri tahtaya aldı ve doğru söyleyinceye kadar uğraştı. O zaman, o arkadaşlarım için içim cız etmişti. Beni, kendi normlarınca tanıdı. Ben ise kendisinden ne çok şey öğrendim, hayata dair! Derste, babam gibi slayt gösterir, bir yandan da etkili anlatır ve hemen çizmemizi isterdi. Çizim kabiliyeti de yabancı dil ve müzik kabiliyeti gibidir. Bir cevher varsa gelişir. Her yaptığım özgün çizimlerimde, bilirim ki Ekrem Akurgal hocamın ruhu ışıldıyor.   

Metin de Tunalı Hilmi'ye yakın otururdu. Çok muhterem bir ailesi vardı. Sadece babasını tanıma şansım olmuştu. O da ne zarif bir anımdır! Annemin babaannesi Rengigül Hanım'ın eşi Hacı Ahmet Efendi, Sultan Reşad V dönemi mebus olduğu için her ne kadar, o zaman meclis İstanbul'daysa da hep meclisin içini merak ederdim. Bir sohbet sırasında Metin, tebessüm etti. Ertesi gün bana sevinçle "Okuldan sonra TBMM'ye gideceğiz ve üst kattan meclisi izleyeceğiz." deyince çok şaşırdım. Meğerse babası Malatya milletvekiliymiş, hukukçu. Ne kadar sevindim anlatılası değil? Birlikte meclise gittik ve yukarıdan, en öndeki tırabzanların arasından meclisi izledik. Ne güzel bir histi, tarifsiz! Benim sevincimle seviniyordu Metin, o kadar zarifti. Babasına rica etmişti, babası sevgili Metin'ine kıyabilir mi hiç? İmkânı ölçüsünde mutlu etmek ister evladını, her baba gibi. Babası Metin'e kıyamadı ama yıllar sonra, ona kıydılar Nusaybin’de! Ne acı değil mi? Karıncayı bile incitmeyen Metin'e, Metinlere kıymak. İnsana odaklı yaşansa da eyleme odaklı yaşanmasa bu yalancı dünyada. Dünya sevgi dolu, “Barış Cenneti” olmaz mı?   

Başka bir gün, beni fakülteye yakın bir kütüphaneye götürdü. Birlikte karşı karşıya oturduk. O cingöz bakışlarıyla, gözlüklerinin ardından beni dinliyordu. Ben de onu. Bazen de söylemek istediklerini söyleyemiyordu. Biraz yüzü kızarıyordu. Birlikte ders çalışırdık, zaman zaman ve sessizce. Bazen, ben bıcır bıcır konuşup, ona göre biraz da pot kırdığımı anladığımda, hemen lafı espriye çevirip, elimle de ağzımı gülerek kapatıyordum. O da yutmadığını gözleriyle ifade ediyordu. Ne tatlı değil mi? Masum bir gençlik... 

Eniştem Metin, genç adaşı Metin'e güveniyor ve kendisine emanet beni, Talip Sineması'na gitmek izninde, Metin'e emanet ediyordu. Hepsi birbirinden güvenilir, sevecen, saygılı, iyi niyetli idi arkadaşlarımızın ama eniştem için Metin bir başkaydı. Bütün arkadaşlar, o olaylı günlere aldırmadan hafta sonları, bazen kafelere, diskolara bazen de Ankara'nın bağlık yerlerine gidiyorduk. Papazın Bağı, Baraj, Gordion ve daha ne gizli hazine yerleri doğal, doğada, nefis gözlemelerle, ev yapımı börek, çöreklerle...  

Gitgide tüm değerli hocalarımızın, takdir ettiği öğrencileri olmuştuk. Arkeoloji bölümleri bir başkadır, insanî ilişkilerde. Adı üstünde İnsanî Bilimler. Ancak, ne var ki, öğrenci olaylarının sadece hararetle değil, şiddetle yaşandığı bir dönemdi. Yabancı dil puanı ile girdiğimizi bilen ve o dönemin tabiriyle “Bir gün sağcıların, bir gün solcuların”, “Kolej Bebeleri” diye derslerden çıkartarak, Kızılay ve Sıhhiye caddelerinde uzunca saatler, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide defalarca ve defalarca yürüttükleri gençlerdik. Mitingler, taşlı, sopalı, tabancalı, bıçaklı, bombalı, saçlardan sürüklenircesine korkulu, sloganlı… Cıvıl cıvıl gençliğini yaşamak varken, hem de üniversiteyi kazanmış ayrıcalıklı bir azınlık olarak. Ne şans!  

Bu ortamda ben ise, akademik bir ailenin kızı idim. Minyon, romantik ve sevecen. İstanbul’un Teşvikiye'si ve Levent’inde bir fanusta büyütülmüştüm. Bizi yürütenler ise bunu bilmiyorlardı ki!

Nasıl da endişeliydi ailem ve bizimle birlikte yaşayan sevgili Bahriye anneanneciğim. Neredeyse her hafta, “Bıraksın okulu, İstanbul’a dönsün.” diyordu anneannem. Ben ise o ortamın içinde olduğum için mi yoksa babamın küçüklüğümden beri bana yakıştırdığı “Ah Çalıkuşu ah!” karakterinden mi bilmiyorum, korkmuyordum. Bir gün, bizleri yine yürütüyorlardı. O kadar korkuyla yoğrularak yorulmuştum ki Metin, yüzümden hemen anladı ve  “Ara yola sapalım.” dedi. Yıllar sonra, doktorasını yaparken, sadece ve sadece memleketi için değil dünya için bir medeniyete ışık tutarken, arkeolojik kazıda bombalı saldırı sonucu hayatını kaybeden sevgili sınıf arkadaşım. O dönem ise sadece sınıf arkadaşım değildi, ailemdi o, sokaklarda beni korurken. Biz döndük köşeyi fakat, birden nefti yeşil parkalı, yağlı dalgalı saçlı, esmer bir genç belirdi, sokağın başında ve “Nereye?” der gibi baktı sert sert. “Kız arkadaşım çok yoruldu yürümekten, Tunalı’ya kestirmeden çıkartayım istedim.” cevabına Metin’in, o genç de elinde tuttuğu gazetesinin arasından tabancasının ucunu gösteriverdi. Doğalmış gibi donuk donuk bakarak; “Analarımız tarlada doğuruyor. Bu, düz yolda mı yürüyemiyor?” dedi, sert şiveli konuşması, çatık kaşları, şimşek şimşek kara bakışlarıyla. Mecbur başımız önde, ürkerek yürümeye devam ettik. Ankara’nın ayazı, sisli puslu havası, gönlümüze işlemişti. Burnumuzun ucu kızarmış, eldivenli ellerimiz soğuktan değil, korkudan donmuştu. 

Uçuk çağla yeşili “Hushpuppy”lerimin, oranj İskoç moheri evaze mantomun renklerinde değildi gençlik, ne yazık ki.  Ne var ki onu da düşünecek halde değildik, can havliyle kol kola yürüyorduk. 

Anadolu’dan okumaya kentlere geleceksin. Kentli bir kıza, köydeki doğumu örnek göstereceksin. Hem de “Bu” diye hitap ederek! Nasıl bir mantıktır diye de derinlemesine irdelemedim o an, açıkçası. Yalnızca biraz utandım, sanki bir suç işlemişim gibi içim cız etti, kentli bir genç kız olarak. Ancak ne ilginçtir ki yıllar sonra bu söz, hamile olduğumu hissettiğimden itibaren işime yarayacaktı. Tarlada doğuran kadınlarımızı düşünecektim. Doğumdan korkmayacak, aksine bir ilki gerçekleştirecektim. 1986 yılında, “L’amaze Method” ile doğuracaktım. Doğal, ağrısız, bol oksijenli, gülücüklü. Bizi yürüten o gençler de yıllar sonra ya “Kolej bebeleri” ile evlendiler ya da çocuklarını koleje verme yarışına girdiler.   

Şaşırmamayı öğrenmek gerekti artık felsefem; Los Angeles'ta yaşayan Boğaziçi Üniversitesi’nden en samimi sınıf arkadaşım Janet Kavak’ın gönderdiği bir kitap, ufkumu açacak, bana yol gösterecekti. Bu kitaptan içime sindirerek öğrenip, uyguladığım ağrısız doğum olan, Dr. Lamaze’in metoduna ilk kendi memleketi, pulunda “Liberté” yazan Fransa gibi bir medeniyetin karşı çıktığını öğrendiğimde de yine şaşırmayacaktım. Hayat işte böyleydi. Göreceli.                                                

O sene içinde Tunalı Hilmi’deki evden, biraz yukarıdaki askeri lojmana taşındık. Erkenden sınıf ile Gordion'a gidilecek. Beni yine Metin alacaktı. Evlerimiz yakındı ama o, biraz geç kalınca ben de Londra'daki alışkanlık sabahın beşinde, Tunalı'dan yavaş yavaş yürümeye başladım, onun geliş yönüne doğru. Ne cep telefonu var ne bir şey, alaca karanlık, gün yeni ağarıyor. Eskice bir araba hızla gelip durdu. İçinde otuzlarında, alkollü oldukları her hallerinden belli dört erkek, "Ne yapıyorsun, nereye yürüyorsun?" diye kabaca konuşmaya başladılar. Birisi indi, tam beni arabaya bindirmeye zorlamak üzereyken, arkadaki adam "Yapma, dur." diye seslendi, vicdanın sesini dinleyerek. O an, ben nasıl koşmaya başladım biliyor musunuz? Kalbim duracak, zaten bağıramam, sesim çıkmaz. Tam o sırada, yaşlıca bir şoför taksisini çalıştırmak üzereydi, beni fark etmiş herhalde, "Gel seni hemen lojmana bırakayım, sakın bir daha bu saatte yola çıkma, çıkacaksan da askerlerden yardım iste." dedi. Arkadaşımla buluşacağımı söyleyeceğim sırada, Metin’i ve şaşkın bakışlarını gördüm. Fakat o anki korkumu hala içimde hissederim. İşte, o şoför bey amca da bir Hızır’dı benim için, o an. İyiliği unutulmaz, Allah selamet versin yaşıyorsa. Metin’in boynuna sarılışımı hele hiç unutamam, onun bana zarif haliyle kızamayışını da. Halbuki, “Kırmızı Başlıklı Kız” masalını da çok iyi biliyordum. Buna rağmen, bazen insan kendine fazlaca mı güveniyor ne?  

***
 

Bir Baraj anısı…İlkbahar…  

Gözlerdeki bakışlar kadar eller, avuç içi de çok önemlidir... Değil mi?  

Su içmek de içirmek de. Kana kana su içmek bana göre kocaman, yumuşacık, tertemiz avuç içinden, incecik parmaklardan. 

Bir erkeğin avcundan su içmek...  

O sular biraz üstünüzü, çeneden itibaren de ıslatacak, bacakları, ayakları da... Bu dağdan akan doğal kaynak suyundan olabilir, su sebilinden olabilir, olaylardan korkup, onun sizin yüzünüzü yıkarken olabilir. Arkeoloji kazılarında, gezilerinde olabilir, fakültenin tuvaletinin lavabosunda olabilir... Hatta çimenlerde sere serpe otururken, su şişesinden avcuna dökerek, size içirirken olabilir...  

Bir erkeğin avcundan su içmek, kana kana susuzluğunu gidermek, onun elleriyle yüzünüzün yıkanması, ışıltılı gözler, tebessümlü sözcükler ve üstünüz ıslanınca masum kahkahalar... 

Bazen bir doğal kaynağa ulaşamaz genç kızın boyu. Biraz aşağıdadır su membaı, etrafı küçük su göleti... Erkek avuç avuç su getirir, yarısı yere, yarısı genç kıza ulaşır... Sular akar kızın dudaklarından aşağı…Konuşmalar, gülüşmeler doğada doğal... Her avuçta genç kızın dudakları ve dişleri o avuç içine değer usulca, masumca. Gözlerdeki pırıltılar,  güneşin ışıltılarına, kahkahalar kuşlar ve kurbağaların seslerine karışır... Sonra, "Su gibisin." der erkek ve kızın dağılan uzun, parlak siyah-kızıl saçlarını düzeltir, ıslak elleriyle.  İncecik,  dikdörtgen yakalı, bele oturmuş, yazlık beyaz Şile bezi elbisesinin ıslaklıklarına bakarken, "Üzerinde içirdiğim sular kuruyor." der, utangaç bir tebessümle, sevinç ve burukluk bir arada. Elini tutup, yukarıya iki adımda, yola çıkartırken "Su olmak istedim, üzerinde kurumak belki..." diye devam eder, erkek...   

Hatıralar su olarak kurumuyor, aksine ne kadar da canlı, yaşandığı gibi… Değil mi? Bir döngü, bir sarmal daha var hayata dair, açıklanası pek de mümkün olmayan! 

*** 

1991 yazında bir Cumartesi sabahı, Hüsrev Gerede’deki evimizden Ersin’i işine yolcu ettikten sonra, Utku ile ana-oğul sabah keyfi yapıyorduk, salondaki krem saten kanepenin üzerinde. Ben de sevgili babaanneciğim Nevzat Hanım'dan alışkanlık, her sabah Hürriyet Gazetesi'nin önce “ölenler-kalanlar sayfası”na bakarım. O gün, gazeteyi elime aldığım an, bir “Metin” deyip de yanı başımda ayakta duran Utku’ma sarılışım var. Tarifi mümkün değil, diyemem. Çünkü tarifi geçmişte hafızalara kazınmış; Tıpkı Adliye Nazırı Nazım Paşa’nın 1909’da 31 Mart Vak’asında vurulduğunu öğrendiğinde Rengigül Hanım’ın, oğlu Haydar’a sarıldığı an gibiydi. Zaman, mekân, kişiler farklı ama yaşanan acı dokuları ile oğula sarılma aynıydı. Utku’cuğumun da üzerinde mavi kapitone ceketiyle, bana şaşkın ve üzgün bakışları unutulası değildi. Sonra, gözyaşlarıyla, kanepede Utku’ya sarıldım sımsıkı ve başladım Ankara anılarımı anlatmaya. O da bir masal gibi dinledi, Rengigül Hanım’dan dolayı beni sevindirmek için T.B.M.M.’ye götüren Metin’imizi, beş yaşının masumluğuna bir gölge gibi… 

Mekânı cennettir herhalde, karıncayı bile incitmeyen Metin'ciğimizin. O ve diğer arkadaşlarım, Ankara'da beni korumasalardı, ben belki de bu satırları yazamayacaktım.   

“Analarımız Anadolu’da tarlada doğuruyor.” diye beni silah göstererek, yürüten mantık, Anadolu’da devletten izinle arkeolojik kazı yaparken de “Bizim topraklarımızı kazmayın, gidin!” diye kolunda yürüdüğüm Metin’imi öldürüyor. Onun Metin, benim Rengigül olduğumuzu, Tanrı’yı, Kuran-ı Kerim’de yazmasına rağmen, onun mucizesi özel bir damla ile dünyaya geldiğimizi hiçe sayarak hem de. Tanrı’nın verdiği cana bırakın zarar vermeyi, o bahşedilen canı alma hakkını nasıl görebilir ki insan? Düşündürücü ve derin derin düşünmek gerek, el ele vererek…  

1980 yılından itibaren, kocaman, tertemiz, yumuşacık avuç içinden, zaman zaman kana kana su içtiğim Ersin’in “role modeli” babamız Saffet Ural, “Bu çocuk yazılmaz mı hiç kitaba?” dedi insancıl en zarif haliyle, gelinine destek vererek… Saffet Ural’ın da çok sevdiği, mert, altın kalpli, kıymetli Metin eniştem, sevgili arkadaşım Metin ile belki de bize meleklerle el sallıyorlardır… Ne dersiniz? 

Gönlü barışla barışık, bilinçli sevgi ve saygı dolu herkese reveranslarımla… 

*** 

“Love Helix Angel”  meleğimi, Metin gibi hayatını kaybeden, gelmiş geçmiş tüm masum meleklere karışanlara armağan ediyorum. Çizimlerimle ilgili beni onurlandıran ve bir protokol adamı olan Hasan Başar Bey’in yazdıkları da eminim, hocam Ord. Prof. Ekrem Akurgal’ın ruhunu şad etmiştir, diğer eğitmenlerimizle birlikte, tabii ki… 

 

From: Hasan Basar
Sent: Tuesday, February 26, 2013 10:40 AM
To: Rengigül Ural
Subject: Renaissance  

 

Sayin Rengigul Hanim:  

Please allow me to reply in English to your question regarding my observation about you being a ‘Renaissance Woman’... 

Through our various interactions over many years I had known and admired you as a very courteous and modest lady who was always understated in her speech and behaviour.  As I had greater occasion to spend more time with you, year by year, I discovered you had a multitude of artistic talents... from drawing and painting, to music, to poetry.  In an age when there has been increasing pressure for deep specialisation in one’s professional life, I have often noticed how this has also spilled across to people’s personal hobbies and pleasures in life.  What is important is not so much whether one has a great talent in one or other art form, but rather that one is interested in several art forms and actually has the commitment to practice in each field oneself, and take pleasure in that practice.  The fact that  you happen to do so with considerable success is an added surprise...  What came to my mind during that afternoon, as you were showing me some of your drawings, was how artists during the Renaissance were also ‘multi-talented’ people, able to work in many mediums to express themselves and their feelings, and it occurred to me that you were a similar type of person, which is why I called you a ‘Renaissance Woman’.  

I hope this explains why I made that remark...  

Warmest wishes, 

Hasan 

 

*** 

"Ağlasam sesimi duyar mısınız? 

 Mısralarımda, 

 Dokunabilir misiniz gözyaşlarıma ellerinizle? 

 Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel ! 

 Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu ! 

 Bu derde düşmeden önce... 

 Bir yer var... Biliyorum! 

 Her şeyi söylemek mümkün, 

 Epeyce yaklaşmışım... Duyuyorum, 

 Anlatamıyorum !" 

(Orhan Veli Kanık) 

"Gerçek bir "Şehit" olmuş arkadaşınız. Anısının önünde saygıyla eğiliyorum. Arkeoloji çok meşakkatli bir meslek, onu yapanlar bu mesleği tüm yürekleriyle seven kişiler. Sizi korumaya alarak sakınması ise ne kadar duyarlı ve şefkatli biri olduğunu gösteriyor. Saygı ile Anısına...  

"Özü, aslı hayatın aşka olan yolundur 

Çul desen, altın desen beyhudedir beyhude 

Yok desen, tamam desen beyhudedir beyhude."(Mehmet Teoman) 

 "Hocaların Hocası" Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal'ın "Size Verdiği El" sizin varlığınızda bugün devam ediyor. Çizimlerinizden ve çalışmalarınızdan bunu çok net olarak görüyoruz... Bir şeyi çizmek başka bir şey, çizdiğiniz şeye "Ruh Katmak" başka bir şey. İyi ki Varsınız ! "    Şükrü Bilge, 7.7.2021 

Dr. Şükrü Bilge'ye Orhan Veli'nin dizeleriyle, sevdiğim Hümeyra'nın yorumu ile hatırlattığı anılarım ve kıymetli yorumları için teşekkür ederim. Tüm bizimle yaşamaya devam eden sevdiklerimizin, saydıklarımızın ruhları şad olmuştur. 

 

Saygı ile, 

Rengigül Ural, 8.7.2021